Siz Sıcak Yatacığınızda Kediler Gibi Oynaşıyorken…
Moravî Rüstem Efendi
Merhaba, canımdan aziz kârilerim; merhaba!
Eyyâm-ı sonbaharı savdık, geldi mevsim-i şitâ! Sokaklar boş, azıcık yüksek yerlerdeyseniz rüzgarın hışımla sokağa girip bıçak gibi bir şeyler doğradığını hissetmemeniz kâbil değil. Kuşların kanat seslerini işitmiyoruz hiçbirimiz; yuvalarında koyun koyuna sokulmuş gugukluyorlar sadece. Kedilerle köpekler 3-5 dakika seslenip çağırmadıkça ortalıkla görünmüyorlar.
Şimdi kâhir ekseriyetiniz Baba Rüstem ne anlatmak istemektedir aceba, diye düşünüyorsunuz. Ne anlatacağım; soğukları, sobaları, kalebodurların soğuktan ayakları şahrem şahrem yaran huşunetini, dokununca el titreten suratsız duvarları filan işte.
Tabii, pek çoğunuzun evine doğalgaz ulaşmış, kombi dedikleri nev-icat âletler de var mutfakta yahut balkonda, açıyorsunuz düğmesini sıcacık suyunuz akıyor, peteklere şaldır şuldur su yürüyor, odalar 23-24 derece-i harârete erişiyor, yataklarınız sıcak, yorganlarınız kavî, ayağınızda örgü çoraplar mışıllar gibi uyuyor, sabahları oda sıcaklığında bir ortama uyanıyorsunuz, pempeler, pamuklar gibi! Hatta gün oluyor, keyiften uyanmak bile istemiyorsunuz. Ya biz? Ya “tabii gaz”a sahip olmak şerefinden mahrum orta direk zümresi? Ya İstanbul’un üvey evlat muamelesi gören, hatta nefs-i İstanbul’da değildir diye yek nefeste gözden çıkarılıveren taşra sâkinleri? Ya biz…
Biz soba dedikleri, kiminizin artık adından bile bî-haber olduğunuz, şeklini tarif etsem göz belerteceğiniz, bir türlü suretini zihninizde canlandıramayacağınız garip, demirden mamul, içi tuğlalarla örülü o tuhaf alete muhtacız. Her yıl havalar soğuyunca nereden beleş odun düşürür, ehven fiyatla nerelerden kömür alabiliriz diye endişe-nâk oluyoruz. Sabahları tembellikten değil, üşüye titreye uykuya daldığımız, ancak vücudumuzun hararetiyle ve birtakım başka gazlarla ısıtabildiğimiz yataktan çıkıverirsek maazallah eklemlerimiz donar, soluduğumuz hava burun kıllarımızı ip ip dondurur, otursak ayağa kalkamayız, kalksak kıvrılıp oturamayız diye çıkmıyoruz yataktan. Lâkin bir kere de yandı mıydı soba… Alimallâh dünyanın niçe nimetlerinden evlâ bir şeydir.
Mesela Beykoz’a gidip topladığımız kestaneleri yahut köyden bin niyâz ile getirttiğimiz küçürek patatesleri sobada közlemek ender bir lezzettir, bilmezsiniz! Attığınız kuru odunların, çam çıralarının çıtırtısıyla soba karşısında, alevlerin oynaştığı karanlık odada oturup tefekkür etmek mesela, tarifi gayr-ı kâbil enstantanedir. Soba borusuna geçirdiğiniz çamaşır askısına asılan çoraplar, donlar, atletlerden sızan damlacıkların katre katre sobaya çarpışı, hararetle kucaklaşınca fıskiye gibi etrafa saçılışı, sobanın üstünde zerre zerre ve top top dağılıp saliseler içinde buharlaşışı nasıl bir seyrândır, kestiremezsiniz…
Tabii, bazen akıtır sobalar; ya sıkışıp sıvılaşan is damlar yahut bacanın tavanı yarıp dama kavuştuğu deliğin kenarlarından yağmur ya kar suyu sızar. Elde boru bandıyla dirsekleri, eklem yerlerini harıl harıl sararsın, silikon tabancasını kapıp borunun etrafında usulca dolaşır, boşlukları, delikleri ince ince doldurursun. Odun biter, kömür kovası boşalır, üzerine bir hırka atıp kömürlükten yakacak taşırsın filan.
Hâsılı canım kârilerim, hayat her zaman müşküldür fıkarâya ve fakat müşkülden safâ devşirmek de sanattır, her âdemin harcı değildir netekim! Mesela bizim İrfan nasıl keyifler sürüp kadeh yuvarlamakta, samur kürküne sarılmış kimlerle pişpirik oynamaktadır kim bilir… Neyse, uzatmayayım.
Nasıl diyordu Frenk gavuru; o Diyö!