World News

Murat Ülker tek tek anlattı: Sağlıklı olma içgüdülerimiz bizi nasıl hasta ediyor?

Yıldız Holding Yönetim Kurulu Üyesi, pladis ve GODIVA Yönetim Kurulu Başkanı Murat Ülker, kişisel internet sitesinde, 'Çağdaş insan ilkel insandan ne kadar farklı' yeni yazısını kaleme aldı.

Murat Ülker, yazısında şu ifadelere yer verdi;

Dr. Robert Barrett ve Prof.Louis Hugo Francescutti yeni ve çok ilginç bir konuda kitap yazmışlar. İsmi “HARDWIRED: Sağlıklı Olma İçgüdülerimiz Bizi Nasıl Hasta Ediyor?” Şaşırtıcı, hem sağlıklı olmak için uğraşacağız ama hastalanacağız.


Bugün artık tüm önceki nesillerden daha uzun yaşanıyor dünyada, hayatta kalma şansınız, tüm insanlık tarihinde olduğundan çok daha yüksek. Dünyada iki milyon yıldan beri süregelen insan varlığında daha uzun, daha sağlıklı ve daha tatminkar yaşamak için nelerin gerektiğini şimdiki kadar anladığımız bir devre hiç olmadı. Tüm bu bilgeliğe rağmen birçoğumuz her zamankinden daha halsiz, yorgun, stresli ve bitkin hissediyoruz.


Sorun daha sağlıklı olmak için gerekli bilgiden yoksun olmak değil, günümüz modern yaşamında sağlık önündeki engellerdir. Bu nedenle asıl soru, bizi sağlıklı olmaktan alıkoyan şeylerden nasıl kurtulacağımızdır. Tüm insanlık tarihinin en güvenli, en emniyetli ve en zengin çağında yaşarken neden sağlık ve refah algımız bu kadar kötü?


Haklı mıyız? Hayır!

Çünkü bir düşünün; Roma devrinde doğru dürüst giyecek bir şey, bir postal bile yoktu. Osmanlı, Hapsburg hanedanları devrinde geçin otomobil, kamyon, otobüs merkezi ısıtma, elektrikli aydınlatma, telefonla haberleşme yoktu.


Bugün sade bir vatandaşın sahip olduğu bu olanaklara 40 sene önce bilgisayar eklendi ve bugün yapay zeka emrimizde, yarın uzaya turistik geziler gündemde ve daha neler…


İnsanlar artık çok daha sağlıklı ve uzun süre yaşıyorlar, ama memnun değiller, daha fazlasını talep ediyorlar çünkü biliyorlar ki erişebilirler.


Ama sorun, tüm bunlara erişirken yani alelade biyolojik ihtiyaçlarımızı ve arzularımızı gidermeye yönelik davranışlarımızın aslında bize zarar verdiği bir tür uyumsuzluğa yol açtığıdır. Nasıl sağlıklı kalacağımıza dair kolektif bilgimiz katlanarak artarken umduğumuz sağlık standartları buna ayak uyduramıyor, Bir şeyler fena halde yanlış gidiyor. Milyonlarca yıl süren evrimle bugün varolan insan bedeni aniden değişen, gelişen modern dünya ile bir tür “evrimsel uyumsuzluk” göstermektedir. Bu durum, tipik olarak biyolojik ihtiyaçlarımızı ve arzularımızı gidermeye yönelik davranışlarımızın aslında bize zarar verdiği bir tür uyumsuzluğa yol açtığını da gösterir.


Modern sağlıklı yaşamın artık sadece tıbbın veya biyolojinin tekelinde olamayacağını kabul etmemiz gerekiyor. Dünyayı nasıl algıladığımız, ilişkilerimiz, seçimlerimiz ve bizi strese sokan, acıktıran ya da tahrik eden her şey, bizi esas olarak hayatta kalmak ve neslin devamı gayesiyle evrimleşmiş donanımımızla artık uyumsuzlaşmıştır.


Bugün yaşamak ve sağlımız için bilinçli karar vermek söz konusu olduğunda gerçeği kurgudan ayırmanın giderek zorlaştığını hissediyorsanız, kesinlikle yalnız değilsiniz.


ABD’de, obezite oranları hızla yükseliyor. İntihar ve cinayet hadiseleri ikiye katlanmış ve geçtiğimiz yıl tüm üniversite öğrencilerinin %20’si intihar etmeyi düşünüyormuş, bu neredeyse bir depresyon salgını… İşte toplum sağlığının kötüleştiğinin kanıtı.


Halbuki tıbbi bilgi katlanarak artmaktadır.1950’de sağlık alanındaki bilgi birikimi her 50 yılda bir ikiye katlanırken, 2010’da bu süre 5 yıldan azdır ve şimdi her 2 ayda bir tıbbi bilgi birikimi ikiye katlanıyor.


Atalarımız yaşam becerilerini, beslenme alışkanlıklarını ve çocuk yetiştirme stratejilerini ebeveynlerinden ve yakın akrabalarından yani geleneklerden edinirken, bugün bunun yerine çoğu gerçek bir sağlık bilgisi aktarmak yerine, bilakis mesajı gönderene sağladığı sosyal faydaları öne alan bilgilerle dolup taşıyoruz. Bu durum, genellikle kişinin çevrimiçi akran grubunun kabulünü kazanmak için çılgın diyetlere ve aşırılıklara kapılmasıyla kalmıyor, aynı zamanda kafa karışıklığı, aşağılık duygusu ve kaygıya neden olabiliyor.


Sosyal statüden beslenen doymak bilmez benliğimiz kendi uyuşturucularımızı da imal eder. Başkaları tarafından beğenilmek ve takdir edilmek, aidiyet ve cinsel cazibe dürtüsü, sosyal medyanın da kışkırtması ile hayatta kalma içgüdülerimizi harekete geçiriyor.


Çocukların öyküsü ise farklıdır. Beyinlerinin nasıl geliştiği, ekran başında geçirilen zamanın neden faydadan çok zarar getirebileceği konusu gittikçe sorgulanıyor.


Şimdi eskiden ölüm, kalım demek olan kadim dürtülerimizi günümüzün dünyasıyla uzlaştırmak, her şeyden önce kim olduğumuzu anlamak anlamına gelir. O vakit bizi harekete geçiren içsel motivasyonlar nelerdi, bugün ise hangileri? Her gün medya tarafından beynimizin maruz kaldığı enformasyon bolluğu, eleştirel düşünme ya da gerçeği kurgudan ayırabilme kabiliyetimizi azaltıyor mu? Günlük hayatta yaptığımız seçimler, tükettiklerimiz, işimiz ve aile hayatımız, sağlık durumumuz, bizim bu enformasyon, bilgi bombardımanına karşı durumumuza dair ipuçları sağlayabilir.


Çevremizdeki değişimin hızı, şimdiye kadar var olmayan bir uyum sürecini gerekli kılıyor. Artık benliğimizin şimdi bizi nasıl ve neden istenmeyen yönlere sevk ettiğine dair gerçek bilgi edinip anlamamız gerekiyor. Çağımızda başarmak önce sağlıklı bilgiyi süzme becerisi ve iletişim gümbürtüsünden bize seslenişleri ayırmayı gerektiriyor.


Toplumumuzun en genç üyeleri, parmaklarının ucunda çevrimiçi medyanın olmadığı bir dünyayı hiç bilmediler. Ancak yüksek meblağ para, makbul beden ölçülerine sahip olmak ve yeni moda yaşam tarzlarını teşvik eden görüntülere 24 saat sınırsız erişim, gençlerde depresyon oranlarının son 25 yılda, özellikle de internetin ortaya çıkışından bu yana %70 artışı, ruh sağlığı uzmanlarını endişelendiriyor.


İngiltere’de ergenler üzerinde yapılan bir araştırmanın da vurguladığı gibi, gençleri internetin zararlarından korumak için yeni tıbbi keşiflere ve yeni yaşam tarzı önerilerine açık ve esnek olurken, diğer yandan yanlış bilgilere ve değersiz bilime karşı bir tür bağışıklık oluşturmalıyız. Bunlar zordur. Bu uğraş beyinlerimizin ve bedenlerimizin yeni dünyamıza nasıl tepki verdiğini anlamakla başlar.


Kitabın yazarları Dr. Robert Barrett ve Prof. Louis Hugo Francescutti, yeni sosyal medya iletişim çağında yaşadığımız dünya ile sağlığımız arasındaki bağı halk sağlığı uygulamalarından fark etmişler. Çalışmaları sırasında, fiziksel ve ruhsal sağlığın sosyal değişimden belki de tarihimizin hiçbir döneminde olmadığı kadar fazla etkilendiği bir dünya keşfettiler.


Haydi bakalım, şöyle bir düşünün. Sizde ne gibi fiziksel ve ruhsal değişiklik ve şikayetlere sebep oldu ekranlar?! Ekranlar diyorum zira akşamları evde sözüm ona rahatlama esnasında önümde hep üç ekran açık oluyor, tabii bir de eşim! Ben de karpal tünel, başparmak kireçlenmesi, göz sulanması gibi fiziksel şikayetler hep böyle başladı. Ruhsal sorun olarak görülen ekran tiryakiliğimi ise dijital oruçla tedaviye çalışıyorum.


Yazarlar kitap boyunca, günümüzde sağlık ve esenliği inceliyorlar. Düşünme biçimimizi etkilemede kilit rol oynayan bugünkü sosyal yaşamımızın nasıl eski hayatta kalma yöntemlerine kadar dayandığını öğretiyorlar. Bizi hayatta ve sağlıklı tutmak için var olan tarih öncesi içgüdülerimizin şimdi nasıl bize istemesek de zarar verdiğini gösteren çok sayıda örnek veriyor, vaka sunuyorlar. Son olarak, fiziksel sağlığımız ve sosyal dünyamız arasındaki yeni kurulan bağlantının kararlarımızı ve davranışlarımızı yönlendirmede bilinçaltımızı nasıl etkilediğini anlatıyorlar.


İstatistiki olarak ABD’de bir hastaneye giden her kişinin %1’inden biraz fazlası önlenebilir bir hata nedeniyle ölme riski taşırmış. Bir Amerikan hastanesinde personel tarafından yapılacak bir hata nedeniyle ölme olasılığınız, Körfez savaşının en ölümcül yılında asker olarak ölme ihtimalinizden daha yüksekmiş. Bu iddiayı seslendiren yazarları duyunca acaba bizim buralarda durum nasıldır diye merak ettim.


Hastanelerde önlenebilir hatalar tüm dünyada görülüyor. Bunlar sağlık sistemimizin tüm kullanıcılarını alarma geçirmesi gereken verilerdir.


Sorun olarak daha ziyade, iletişim, ekip çalışması ve liderliği içeren hasta bakımının teknik olmayan nitelikleri en büyük rolü oynuyor. Tüm bunları önlemek için yavaş ve zorlu olsa da sistemde değişim gereklidir; ancak bu imkânsız değil.


2012 yılında ABD’de doktorlar arasında yapılan bir ankette, “Hastaya zarar vermeyecekse bir hatayı örtbas etmek veya ortaya çıkarmaktan kaçınmak kabul edilebilir mi?” sorusuna doktorların %37’si “evet” ya da “duruma göre değişir” yanıtını vermiş. Aynı durum, başkalarının hatalarına tanık olan doktorlar için de geçerli imiş.


“Kaçınmak ve savunmak” temel kuraldır. “Kaçınmaya ve savunmaya” yönelik yaşam planı, her birimizin günlük seçimleriyle başlar. Hastaneden ve sağlık çalışanlarını yaptıklarından sorumlu tutmanın yanı sıra, bizi hastanelik edecek davranışlardan sakınmalıyız.


Son bin yıldır, yaşam süremiz yavaş ama istikrarlı bir şekilde artıyor. Planlanmamış salgınlar ve savaşlar haricinde her nesil, gezegenimizde geçirdiği yılların tadını bir öncekinden biraz daha uzun süre çıkarmıştır. Ama şimdi şoke edici bir şekilde, yeni araştırmalar nüfusun bazı kesimlerinde yakın zamanda bu bin yıllık eğilimin tersine dönmeye başladığını gösteriyor. Dünyadaki zengin uluslar istikrarlı bir şekilde daha uzun yaşarlarken gizemli bir şekilde, sadece Amerika Birleşik Devletleri’nde yaşam süresinde istikrarlı bir şekilde azalma görülüyor. Artık genelde daha sağlıklı ve daha uzun ömürlü olan ve inanılmaz derecede evrimleşmiş şimdiki benliğimiz, daha önce bin bir zorlukla elde edilen kıymetli besinleri oluşturan şekerlerin, yağların ve tuzların artık her yerde ve bol miktarda kolaylıkla temin edilebildiği bir dünyaya uyum sağlamakta yetersiz kalmaktadır, diyor yazar. ABD merkezli araştırmalar, düşük eğitim seviyesindeki beyaz ırkın ortalama yaşam süresinin sadece bir nesilde 4 yıl azaldığını gösteriyormuş. Bu endişe verici eğilim, gelişmiş ülkelerde beklenen yaşam süresinin yakında 100 yıla çıkacağı yönündeki tahminlerle çelişiyor.


Uzun yaşam süresinin azalması konusundaki çalışmalarıyla Nobel Ekonomi Bilimi Ödülü’nü birlikte kazanan Case ve Deaton, ABD’deki kötüleşen ekonomik şartların uyuşturucu kullanımındaki artışla beraber soruna büyük ölçüde katkıda bulunduğunu söylüyor.


Beynimiz vücudumuzdaki küçük ama hayati önem taşıyan ayrıntıları düzenlemekte çok iyi iş çıkarmasına rağmen gıda seçimi söz konusu olduğunda oldukça başarısız. Gün içinde davranışsal seçimlerimizi yapan beynimiz, artık her yerde bolca bulunan şekerli, yağlı ve tuzlu zengin besinlerle bu seçimlerimizi gayriihtiyari ödüllendirir. Sinirbilimciler, ödüllendirici davranışlarda bulunduğumuzda salgılanan nörotransmitter, dopaminin rolü uyaran – ödül döngüsünden çok daha karmaşıktır, diyor. Yeni bir arzu, bu dopamindir ve tereyağlı bir kruvasan istediğimizde, bu da dopamindir ve son derece kuvvetli bir güçtür. Bu konuda dopaminle ilgili daha önce yazdığım yazıyı okumanızı öneririm. Konuyu daha iyi kavrayacaksınız.


Tükettiğimiz ihtiyacımızdan fazla ve gereksiz şeker miktarı gerçekten şaşırtıcı derecede çoktur ve bunların çoğu sıvı formdadır. Bir porsiyon taze çilek 1 buçuk küp şekere eşdeğer şeker içerirken, standart bir kolalı meşrubat yaklaşık 16 küp şeker içerir. Araştırmacılar hızla artan obezitenin tek bir nedeninin şeker olması fikrine temkinli yaklaşsalar da günlük yüksek miktarda ilave şeker alımı baş şüpheli gibi görünüyor ve bu şekerin en olası kaynağı, içecekler olarak görülüyor. Vücuda giren şekerlerin sindirilmesi gerekir, bu sırada ortaya çıkan glikoz karaciğerimize gönderilir. Karaciğerimiz bu şekerle başa çıkmak için insülin salgılatır ve fazla glikoz yağ olarak depolanır. Bunu çok fazla veya çok sık yaparsak, vücudumuzun insüline tepki vermek veya vermemek biçimiyle ilgili bir sorun gelişme riskiyle karşılaşırız. Bu sorun bazen tip 2 diyabet şeklinde bir hastalık olarak da ortaya çıkabilir. Dengeli beslenme konusunda Sabri Ülker Vakfı’nın sitesini takip etmenizi tavsiye ederim. https://www.sabriulkerfoundation.org/tr


İlk çağlardan beri beynimiz hayatta kalmak için gelişmiştir ve bize bir şeyden kaçmamız, ondan saklanmamız, onu yememiz ya da cinsel güdülerimiz konusunda basit hatta neredeyse otomatik emirler verir. Beynimizin bu oldukça ilkel kısmını kontrol altında tutan, bize muhakeme, yargılama, planlama ve sağlam karar vermemizi sağlayan daha büyük ön beyin, alnımıza yakın olan prefrontal korteksimizdir (PFC). Aslında bizi hayvanlardan ayıran da bu farklılığımızdır. Prefrontal korteks plan yapmamızı, hedefler belirlememizi ve anlık haz alma dürtümüzü kontrol etmemizi sağlar; ben buna irade diyorum. Birçoğumuz bunu test edebiliriz; çikolatalı bir çörek ya da bir paket tuzlu cips gördüğümüzde, onu yememek için irademizi kullanmamız gerekir.


Araştırmacılar, irade gücümüzün sabit ve sınırsız olmadığı ve irade gücümüzün de tükenebileceği fikrini araştırmaya başladılar. Disiplinli olmak için çok fazla zaman harcadığımızda, beynimizin irade gücü tükenir ve kısa vadeli duygusal dürtülerimizin esaretine geri döneriz. Bu konuda da bir yazı yazmıştım okumanız faydalı olur. https://muratulker.com/y/yapacagim-yapmayacagim-yapmak-istiyorum/


UNICEF’e göre her on çocuktan biri savaş halindeki ülke veya bölgelerde büyümektedir. Bu da dünyamızda 230 milyon çocuğun çatışmalardan doğrudan etkilendiği anlamına geliyor. Bilim, savaşın neden olduğu stresin, bir çocuğun beynini ve özellikle de beynin mimari gelişimini ciddi şekilde menfi etkilediğini kesin olarak kanıtlamıştır. UNICEF, şu ana kadar yaklaşık 3,7 milyon çocuğun Suriye’deki iç savaşın içinde doğduğunu söylüyor. Savaş ve ölüm tehdidi altında yaşayan çocukların toplam sayısı, Suriye’nin gelecek yetişkin neslinin yaklaşık %80’ini oluşturacağı hesaplanıyor. Araştırmalara göre bu çocukların %80’i daha agresif, yaklaşık %75’i de altını ıslatmaya başlamış ya da bu oranı artırmış, bu çocuklarda intihar düşünceleri yaygınmış ya da kendilerine zarar vermeye başlamışlar. Çalışmalar bize savaşın içinde doğan yaklaşık dört milyon çocuğun hatırı sayılır bir bölümünün şu anda ciddi bir ruh sağlığı bozukluğu geliştirme riski altında olduğunu öne sürüyor.


Bunu bizimle yaşayan ve artık ülkenin genç neslini temsil edecek bir büyüklüğe kolayca ulaşacak taze göçmenlerimizin ruhi durumlarını anlamak için kullanabiliriz, değil mi?


Küçük çocukların beyni dijital ekranları, hareketli renkler ve seslerden oluşan çılgın bir bombardıman olarak işler. Bu duyusal saldırı, beyinlerinin hızlı bilgi akışından bunalmasına neden olabilir. Diğer toksik stres durumlarında olduğu gibi, çocuğun beyni ilkel halimizdeki “savaş ya da kaç” durumundadır ve istismara uğramış çocuklarda görülen stres kaynaklı beyin gelişimi sorunlarına benzer şekilde çocuğun vücudunda stres hormonları artar.


Çözüm kolay değildir; ancak öncelikle gündelik ekran süresini azaltmak gerekir. Fakat tam tersine ebeveynler için bu ekran bağımlılığı bazı ev işlerini, telefon görüşmelerini yapabilmeleri ve hatta özel anları için kazanılan süre demektir.


Şimdi ve yakın gelecekte vereceğimiz mücadelenin büyük bir kısmı, teknolojinin hızla değişmesi ve günlük hayatımıza entegre olması ile beyinlerimizin ve bedenlerimizin bu değişime uyum sağlamak konusunda ne kadar yavaş olduğu arasındaki giderek büyüyen eşitsizliği uzlaştırmak olacaktır. Kısacası teknolojinin hızına yetişemiyor ve adapte olamıyoruz. Beynimiz bu durumu basitçe ilk çağlarda karşılaştığımız ölüm – kalım meselelerine benzeterek fizyonomimiz üzerinde yaptığı değişiklerle bizi ruhen hasta edebiliyor. Zira bir artık mühim bir olay olarak algılanan eğlenceler bile, mesela futbol karşılaşmaları toplumsal olaylara dönüşebiliyor. Bu eğlencelerin kumarla ilişkilendirilmesi ise ateşe benzin dökmek misali oluyor.


California Devlet Üniversitesi’nde profesör Dr. Larry Rosen, 22 ülkede yaklaşık 30.000 kişiyi inceleyerek teknolojinin beynimizi nasıl etkilediğini araştırıyor. Rosen, teknolojinin genç beyinler üzerindeki etkisinin derin olduğunu ve teknoloji çok hızlı değiştiği için bir nesli tanımlayan yılların kısaldığını söylüyor.


Yoğun internet kullanımının genç beyin üzerindeki etkisini anlamak için çok fazla hayal gücüne gerek yok. Tahammülsüzlük ve sürekli ödül arayışı, bu yolla edinilen zevk ve vücuda dopamin salgılatan bir döngüye sebep olur. Tabii bu, beyni harika hissettirir ve genç insan daha fazlasını arar. Artık sürekli ve kesintisiz tehditlerle dolu bir dünyada yaşamak, beyin mimarisinin gelişimini engelleyebilen ve onlara meydan okuduğu düşünülen her şeye karşı aşırı duyarlılıktan kaynaklanan toksik stres yaratır.


Bir başka sorun da “aşırı bilgi yüklemesi” gibi görünüyor. Günümüz gençliği “bilgi çağı” olarak adlandırılan bu dönemde sağlıklı bir şekilde yol almanın yolunu henüz bulamamış gibi. Yaklaşık üç yaş altı çok küçük çocuklarda ekran başında geçirilen sürenin beyin gelişimlerine zarar verebileceğini biliyoruz. Peki ya her gün saatlerce mobil cihazlarında ve bilgisayarlarında gezinirken endişe ve aşırı yüklenme hisseden üniversite öğrencileri? Maruz kalma süresini ölçen ekran “süresinden” farklı olarak, yetişkinler için anksiyete ve depresyon daha çok çevrimiçi olduklarında görüntüledikleri bilgi türünden de kaynaklanabilir.


Süper zenginler çok yüksek yaşam standartlarının keyfinde olabilirler, fakat yine endişelenebilir ve neşesiz olabilirler ve süper zenginler bile para konusunda kaygı duyabilirler.


Buna rağmen kanıtlar, mutluluğa giden yol olarak algılanan para arayışının neredeyse tüm uluslarda ve hatta İsviçre’den Svaziland’a kadar tüm kültürlerde yer aldığını ve evrensel olduğunu göstermektedir. Bu durumda, daha zengin uluslarda daha yüksek yaşam standartlarının vatandaşlar arasında daha fazla genel mutluluk sağlayamayacağı düşünülebilir.


Çok satan New York Times yazarı Daniel Buettner, 100 ya da 110 yaşındakilerin en yoğun yaşadığı yerleri araştırmak üzere dünyayı dolaşmış. Buettner, geleneksel yaşlanma istatistiklerine meydan okuyan gözden ırak dört yer bulmuş. Bu yerler Sardinya (İtalya), Okinawa (Japonya), Nicoya (Kosta Rika) ve Icaria’dır (Yunanistan). Mütevazı imkânlarına rağmen, bu küçük bölgelerin insanları son derece uzun ömürlüdür.


Buettner ve diğerlerinin keşfettiği şey, dört bölge arasında tanımlanabilir dokuz ortak nokta. Bunlar doğal egzersiz yapmak, amaca yönelik yaşamak, düşük stresli yaşamak, daha küçük porsiyonlar yemek, daha az et yemek, ölçülü olmak kaydıyla alkol almak, bir tür maneviyata sahip olmak, aile ve akrabalarla yakın bağlara sahip olmak ve güçlü ve aktif sosyal ağlara sahip olmak. Uzun yaşamın varsayılan özelliklerinin en önemlileri arasında topluluk düzeyinde oluşan güçlü sosyal ağlar yer almaktadır. Bölgelerdeki insanlar sadece birlikte yaşamak ve açık havada tarımla ilgilenmekle kalmıyor, aynı zamanda birbirlerine de göz kulak oluyorlar. Bu durum özellikle ailenin bir parçası olmaya devam eden, fiziksel olarak çiftlik ve ev işleriyle meşgul olan ve önemli bir amaca ve birbirlerine bağlı insanlar olmanın rahatlığını yaşayan yaşlılar için geçerli.


Toplumsallığın daha uzun yaşamamıza, stresi azaltmamıza yardımcı olan bir yönü de olabilir. Bu, muhtemelen dünyada yalnız olmadığımızı, başkalarının bizim için orada olduğunu ve yaşlandıkça bir amacımız olduğunu ve el üstünde tutulduğumuzu bilmekten kaynaklanmaktadır.


Hayrettir, şimdi anlıyorum Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed'in (S.A.V) inananlar kardeştir ve yakınlarınızı ziyaret ömrü uzatır sözünün hikmetini (*).


Günümüzde yapılan çalışmalar, hayatta tatmin veya güvende hissetmemekten kaynaklanabilecek türden stresin, daha kısa telomerler, daha az telomeraz aktivitesi ve hücresel düzeyde artan oksidasyon gibi biyolojik sonuçlara sebep olduğunu ve bizi potansiyel olarak hasta ettiğini göstermektedir. İlişkilerin sağlığımız üzerindeki etkisi derindir.


Beynin uykuya ihtiyacı olduğunda, başka hiçbir şeyin önemi yoktur. Beynin “kendi fişini çekme” yeteneği, direksiyon başında uykuya dalma durumunda karanlık bir ironi olsa da insanın hayatta kalması için gerekli temel bir adaptasyondur. Bu ironiye örnek olarak, ilk defa direksiyon başında uyuyakaldığımda o uykunun ne tatlı ve karşı konulmaz olduğunu hala hatırlarım. Her ne sebeple gözlerimi açtığımda karşımda gördüğüm ağaçtan ancak yola önceden alışık olduğum için insiyaki bir viraj alarak kurtulmuştum. Hayat ilginç ve heyecan verici olabilir ve çok önceki atalarımız için bunun aynı zamanda tehlikeli olduğunu kolayca hayal edebiliriz. Yırtıcıları savuşturmak, beslenmek, eş bulmak ya da yavrularla ilgilenmek için uzun süre uyanık kalabilmek evrimsel açıdan muazzam bir avantaj sağlayacaktır. Ama bu yönümüz gelişmemiştir. Asla uykuya dalmamak arzumuza karşılık beyin kendi kendini kapatabilme gibi temel bir fizyolojik adaptasyona sahiptir.


Uyku ihtiyacı anlaşılması zor bir kavram değildir. Ne kadar uzun süre uyanık kalırsak, o kadar yorgun oluruz. Uyanık kalmaya çalışarak homeostatik uyku güdümüzü görmezden gelmeye uğraştığımızda, beynimiz tekleyen bir motor gibi davranmaya başlayabilir, böyle bir durumda çalışmaya devam edersek anlık olarak durabilir. Bu kısa duraklama bölümlerine mikro uyku denir ve uyanık kalmak için mücadele ederken uykuya daldığımız bir iki saniyelik dönemlerdir. Ürkütücü bir şekilde, birçok durumda mikro uyku yaşadığımızın farkında bile olmayabiliriz çünkü bilinçli benliğimiz neler olduğunu fark edemeyecek kadar bilişsel olarak “bozulmuş” durumdadır.


Doğal uyku düzenimiz, uyku bilimcilerin “uyku mimarisi” olarak adlandırdığı beş aşamaya ayrılabilir. Uyku evrelerine ilişkin anlayışımız nispeten yenidir çünkü bir zamanlar uykunun zihnin onarılması ve temizlenmesini içeren tek bir evre olduğu düşünülüyordu. Modern tanısal görüntüleme sayesinde, bugün beynimizin ve vücudumuzun uyku sırasında nasıl yenilendiği, yaş ve yaşam tarzının bu hayati süreci nasıl etkileyebileceği hakkında çok daha fazla şey biliyoruz. Uykuya ilk dalmaya başladığımızda, vücudumuz 3. aşamanın daha derin uykusuna doğru aşamalı olarak kayarken, hafif uyku olarak tanımlanan 1. ve 2. aşamalara gireriz. İlk iki aşamada uyandırılırsak, çoğumuz çok az uyku tembelliğiyle aktiviteye geri dönebiliriz. 30 dakika veya daha kısa süreli şekerlemeler tipik olarak yalnızca 1. aşama veya 2. aşamayı içerir. Derin uyku aşamamız olan 3. aşamada beynimiz yavaşlar ve bu aşamaya yavaş dalga uykusu adı verilir. Bu ilk üç aşama, REM dışı (hızlı göz hareketi olmayan) uykumuzun bir parçasıdır. 4. aşamada çok derin bir uykudayızdır. 5. aşama da derin olmakla birlikte başka hiçbir aşamaya benzemez. Beynimiz tamamen uyanıkken görmeyi bekleyebileceğimize benzer beyin dalgaları ile garip bir şekilde karakterizedir. Aslında 5. aşama genellikle paradoksal uyku olarak adlandırılır çünkü beynimiz çok derin bir uykuda olmasına rağmen son derece aktiftir. Bu aşamada gözlerimiz her yöne doğru hızla hareket eder, bu nedenle Hızlı Göz Hareketi (REM) uykusu kısaltması kullanılır.


Normal bir gece uykusunda, bir şarkıyı tekrar çalar gibi bu aşamaları tekraren, tipik olarak dört ila altı kez tekrarlarız. Bununla birlikte gece ilerledikçe tüm aşamalar aynı süreye sahip değildir. Gecenin ilk yarısında, uyku zamanımızın büyük bir kısmını 3. ve 4. aşamada geçirirken, gecenin ikinci yarısında REM uykusu daha belirgin hale gelir. Yaşımız aynı zamanda hangi aşamalarda daha fazla zaman geçirdiğimizi de belirler. Günün büyük bir kısmında uyuyabilen yenidoğanlar ve bebekler, toplam uyku sürelerinin yaklaşık yarısını REM’de geçirme eğilimindedir ancak küçük çocuklar yürümeye başladıklarında REM toplam sürenin yaklaşık %25’ine düşer. Yetişkin olduğumuzda, gecemizin yaklaşık yarısını hafif uyku evresi olan 2. aşamada geçiririz. Yaşlandıkça 2. ve 3. aşamada daha az zaman geçirdiğimiz için uyku kalitemiz azalır. Yaşlı yetişkinler ayrıca, hafızayı ve bilişsel işlevi geliştirmek için düşüncelerimizi temizlemek açısından önemli olan REM uykusunda çok daha az zaman geçirirler.


Obeziteyle birlikte veya damak düşmesi (**) ve küçük dil sarkması (***) gibi yaklaşık 20 milyon Amerikalıyı etkileyen (Türkiye’de böyle bir istatistik yok) uyku sırasında solunumun durmasıyla karakterize edilen ve uykuyu bozan bir durum olan tıkayıcı uyku apnesi riski ortaya çıkmaktadır. Uyku apnesi hastaları kötü uyku kalitesi nedeniyle gün içinde uyuşukluk yaşayabilirler, bu verimlerini azaltır, miskinleşirler, fiziken ve hormonal olarak yağ yakma kapasiteleri azalır. Bu da kilo artışıyla sonuçlanır. Düzinelerce çalışma uyku eksikliği ile obezite arasında bir bağlantı olduğunu göstermiştir. Belli bir yaştan sonra ve obezlerin uyku testi yaptırmalarını ve tavsiyelere uymalarını salık veririm.


Birçoğumuz uyurken dünyanın bitmek bilmeyen haber akışını kaçırdığımızı düşünüyoruz ve uykumuzu birkaç dakika bile azaltmanın haber akışlarında gezinmemize, sosyal medyayı takip etmemize ya da biraz televizyon veya film izlemek gibi rahatlatıcı bir şey yapmamıza yardımcı olabileceğini düşünüyoruz. Benim için uyku hayatımı israf etmek anlamına geliyor. Yanlış olmasını bilmeme rağmen kendimi bu düşünceden alamıyorum. Birçok Y Kuşağı için çevrimiçi çalışma olanağı, geleneksel dokuzdan beşe saat mesaisini yeniden keşfedebilecekleri anlamına geliyor. Şu anda Amerikan işgücünün yaklaşık %40’ını temsil eden Y Kuşağının pek çok ilginç özelliği var. Ortalama bir Y Kuşağı artık günde 18 saatini internette geçiriyor. Y Kuşağı için “interneti kapatamama” ve fişi çekememe, uyku söz konusu olduğunda gerçek bir zorluk haline geldi. Amerika Birleşik Devletleri’nde, ankete katılanların yaklaşık %95’i yatmadan önceki bir saat içinde bir tür dijital ekran izlediklerini ve 18-29 yaşındakilerin %90’ı telefonlarıyla uyuduğunu söylemiştir. Y Kuşağından sonra doğan kuşağın (şu anda ergenlik çağında olan) %97’sinin odasında elektronik bir cihaz bulunmaktadır ve şaşırtıcı bir şekilde, her beş kişiden biri gece boyunca sosyal medyayı kontrol etmek için uyanmaktadır.


Doğuştan gelen içgüdülerimiz bize, potansiyel ödülleri ve bu ödülleri elde etmeye çalışmanın maliyetlerini ölçmek konusunda esrarengiz bir yetenek kazandırmıştır. Bu genellikle mantıklı bir tespittir; ancak çoğu zaman, hem doğrudan öğrenilen hem de başkalarının deneyimleri aracılığıyla tarihten edindiğimiz deneyimler de dahil olmak üzere, içgüdülerimizi kullanan bir tür histir.


Kendi karar verme mekanizmamız, tam olarak farkında bile olmadığımız, derinlerde yatan arzularımız tarafından yönlendirilir. Hayatta kalmamıza yardımcı olan bu evrimleşmiş içgüdülerin davranışlarımız ve sağlığımız üzerinde etkileri vardır.


Kendimizi gösterişe kaptırmamız, sergileme şeklimiz belki de son on yılda önceki tüm zamanlardakinden daha fazla değişti ve bunun büyük bir kısmı internet üzerinden iletişim kurma biçimimizden kaynaklanıyor.


Avrupa’nın en korkunç tarihî dönemlerinden biri, Avrupa nüfusunun %60’ının, yaklaşık 50 milyon insanın Kara Ölüm’ün acımasız pençesi altında öldüğü 1350’ler Avrupa’sıydı. O dönem bilinmeyen bir şekilde, insan uygarlığının bir kilometre taşı oldu ve kolektif bir yeniden doğuş ve yenilenme ruhunu teşvik etti. Rönesans’ın şafağı işte böyle bir şeydi. Orta Çağ’dan modern döneme geçişi simgeleyen Rönesans, olumlu değişimin kadim içgüdülerimizi görmezden gelerek ya da engellemeye çalışarak değil, onları besleyerek nasıl ortaya çıkabileceğini göstermektedir. Tüm ihtişamıyla İtalyan Rönesansı, bireysel mutluluk ve tatminin önemine daha fazla vurgu yaparak içsel dürtülerimizi körükledi ve ruhlarımızı besledi, aynı zamanda ödüle aç beyinlerimiz için doygunluk sağlayan mükemmel bir estetik ortam yarattı. İtalya’daki Rönesans bütünüyle birkaç yüzyıla yayılsa da, insanoğlunun acı ve sefalet çektiği en karanlık dönemlerden birinin hemen ardından gelmesi, hızlı sosyal değişimin sağlığı engellemek yerine ona nasıl katkıda bulunabileceğini anlamak açısından gerçekten derin bir anlayış gerektiriyor.


Sağlığın sosyal belirleyicileri olduğu fikri yeni değildir. Dünya Sağlık Örgütü 2005 yılında bu tür belirleyicileri araştırmak üzere bir komisyon oluşturmuştur. Bugün komisyonun üç temel görevi bulunmaktadır: Kırılgan grupların günlük yaşam koşullarını iyileştirmek, eşitsizliği azaltmak ve sosyal belirleyicilerin ve müdahalelerin etkilerini ölçmek. Düşük sosyoekonomik yaşamın sağlık üzerindeki zararlı etkilerini kabul etmekle birlikte, geniş imkânlara sahip toplumların daha az sağlıklı hale geldiği spektrumun diğer ucu hala keşfedilmemiştir. Mesela nüfusumuzun büyük ve zengin kısmının Akdeniz kıyısında yaşamasına rağmen, Akdeniz Diyeti yerine çokça tahıl ve ekmek tüketen bir toplum olmamız üzerinde durup zamanla değiştirmemiz gereken toplumsal bir olgudur.


SONUÇ

Читайте на 123ru.net