GENÇ YETENEK EZGİ DERYA YILDIRIM
Öncelikle bize kısaca kendinizden bahseder misiniz?
İstanbul, Maltepe’de yaşıyorum. Yirmi yaşındayım. İstanbul Üniversitesi, Amerikan Kültürü ve Edebiyatı, son sınıf öğrencisiyim. Bir yandan tiyatro eğitimi alıyor, bir yandan da sosyal medyada içerik üretiyorum. Bunun yanı sıra da yazarlıkla uğraşmaktayım.
Bir edebiyatçı olarak hayatınız boyunca birçok spor dalıyla ilgilendiğinizi söylüyorsunuz. Bize biraz sporcu kimliğinizden bahseder misiniz?
Çocukluğum, yüzme eğitimi alarak geçti. Ebeveynlerimin yoğun isteği üzerine ilkokul hayatım ve ortaokulun ilk dönemi boyunca, neredeyse beş yıl, Marmara Eğitim Kurumlarının yüzme takımındaydım. Lisanslı bir yüzücü olarak çok fazla yarışa katılmakla birlikte, neredeyse her akşam, okul çıkışında antrenmana kalırdım. Yüzmeyi gerçekten çok sevmeme ve bireysel olarak fazlasıyla keyif almama rağmen, takım sporlarının (gruba ayak uydurulması gerektiği için) kişiliğime pek uygun olmadığını keşfettim. Okul hayatımın da yoğunlaşmaya başlaması ve kendime biraz vakit ayırıp çocukluğumu yaşamak istemeyi seçmem sebebiyle, beşinci sınıfın sonuna doğru takımdan ayrıldım. Liseye geçtiğimde, bir yıl boyunca hip hop eğitimi aldım. Bir yılımızın neredeyse tümünü, Yeteneksizsiniz yarışmasına hazırlanarak geçirdik. Maalesef ki o dönemlerde dil öğrenmeye odaklanmıştım ve yarışmaya katılacağımız tarih belirsizdi. Yarışma ve dil okulumun tarihlerinin çakışması sonucu, büyük bir hayal kırıklığıyla dans serüvenimi de gerimde bırakmış oldum. Sonrasında, kısa süreli olarak,tekvandoya gittim. Amerika’da değişim programına katıldığım sürede de okulun golf takımındaydım. Bir dönem de koşuyla ilgilendim.
Halâ spor ile ilgileniyor musunuz? Yoksa kendinizi tamamen edebiyata mı adadınız?
Günümüzde, profesyonel olmasa bile, sporun öneminin bilincindeyim ve her gün düzenli olarak yürüyüş yapmaya ve zaman zaman kendi halimde spor yapmaya devam ediyorum. Fakat olimpik alanda artık sporla ilgilenmiyorum. Kendimi ağırlıklı olarak sanata yöneltmiş durumdayım.
Edebi yönünüzün daha ağır bastığını nasıl keşfettiniz?
Daha henüz okuma yazma öğrenmediğimiz yaşlarda, babamın kitap okumasından ilham alır, resimlere bakmaya, bir şeyler anlamaya çalışırdım. Yazmayı öğrendiğim ilk yıllarda, arkadaşlarımı zorla masa başına toplar, boş kağıtları katlayıp iç içe sokar ve kitap yazdırtırdım. Küçük yazı köşelerimiz olurdu. Yaptığımız çizimli amatör kitaplarımızı hala saklıyorum. Yüzmeye gittiğim dönemlerde de herkes spor konuşurken ben bir köşeye çekilir yazılar yazar, resim çizer veya kitap okurdum. Boş vakitlerimi hep kitap okuyarak veya bir şeyler üreterek geçirirdim. İlkokuldayken oldukça komik bir senaryo yazdığımı ve hiçbir şey bilmeden, Disney Türkiye’ye ulaştırmaya çalıştığımı hatırlıyorum. Komik fakat anlamlı anılardı benim için. Okulda en sevdiğim ders, zorunlu kitap okuma saatleri ve öğle aralarıydı. Çünkü ikisinde de kitap okurdum. Ve yaşıtlarımın aksine, çok küçük yaşlarda kalın romanlar okuyarak edebiyata adım attım. Liseye geçtiğimizde edebiyat öğretmenimiz bize kompozisyonlar, akrostişler ve denemeler yazdırırdı. O zamanlar böyle bir hayalim olduğunu keşfetmemiş olmama rağmen, yazılarımı herkese okutur, bir gün edebiyatçı olacağımı söylerdi. Sanırım onun öğütleri hep aklımın bir köşesinde yer edindi.
Edebiyat alanında okul dışında hiç eğitim aldınız mı? Aldıysanız hangi eğitimleri aldınız?
2022 yılında senaryo yazarlığı eğitimi aldım. Küçüklüğümden beri beni çok cezbeden bir alandı. Özellikle bir gün, profesyonel bir tiyatro oyunu yazabilmeyi çok isterim.
İlk romanınız olan “Uzay Günlükleri” ni yazdığınızda kaç yaşındaydınız? Romanınızı yazarken nasıl bir duygu yoğunluğu yaşadınız?
İlk romanımın hikayesinin oldukça komik olduğunu garanti edebilirim. Korona döneminde, bir gün, annem eline kağıtkalem aldı ve kitap yazmaya başlayacağını iddia etti. Hayatım boyunca hep, bir gün kitap yazacağımı düşünürdüm fakat bunun bir başlangıç noktası olması gerektiğini hiç algılayamamıştım. Annemi öyle tutkulu tutkulu bir şeyler yazarken görünce doğru zamanın geldiğini anladım ve bilgisayarımı açarak ilk taslağımı oluşturmaya başladım. Sonrasında annem bıraktı fakat sanırım bu, benim için kritik bir andı ve yazmaya ondan özenerek başlamış oldum. Henüz on altı yaşındaydım. Aynı zamanda da sınav senemdi. Benim için olağanüstü bir pekiştirme olduğunu söyleyebilirim. Edebiyata olan tutkumu körükledi ve test çözerken ki azmimi arttırdı. Böylelikle TYT edebiyatımı, bir boş hariç, tamamen doğru çözebilmiş oldum. Hem kafamı dağıtmamı sağlamış hem de bana birçok farklı alanda bilgiler katmıştı. İlk kitabımın yeri bu sebeple hep bende ayrı olacak. Fakat iş, yayımlatma kısmına gelince, korona dönemi yoğunluğu ve yayınevi arayışı sebebiyle kitabımın okurlarıyla buluşması, ancak 2022 yılında mümkün oldu.
Bildiğim kadarıyla bilimkurgu dalında eserler yazıyorsunuz. Neden, bilimkurgu?
İlk romanım, distopik bilim kurgu türündeydi. Çocukluğum boyunca, ilk yazacağım kitabın ya otobiyografi ya da bilim kurgu olmasını istemiştim. Bunun yegane sebebi, başlangıçların, bireyin hayatında hiç unutamayacağı, özel yerlere sahip olmasıdır. İlk kitabımın kendimi yansıtan bir eser olabilmesi, benim için çok önemliydi. Ve hayatta okumaktan en çok keyif aldığım tür, 2010’ların distopik bilim kurguları olması sebebiyle yazarlık kariyerine girişim de böyle oldu. Herkese de yazmaya, en konforlu hissettikleri alandan başlamalarını tavsiye ederim. Kalemin kuvvetlenmesi, olumsuz duygular içine girmemek ve özgüven kazanabilmek için çok önemli olduğunu düşünüyorum. Sonradan yazmış olduğumun iki kitabım,fantastik- macera dalında.
2023 yılında, “Arpina Cyrus ve Işık Ülkesi” isimli ikinci romanınızı çıkardınız. Bu eserinizin ilkinden farkı neydi?
Kısaca bahseder misiniz?İlk eserim, üç kitaplık bir seri olacaktı. İkinci kitabın üzerinde çalışmaya başlamak üzereydim. Fakat hayatımda gerçekten de hiçbir şeyin yolunda gitmediği, benim için biraz karanlık bir dönemdi. Babamın hastalığı, üniversite hayatına adaptasyon süreci… Bir distopyanın içinden çıkıp farklı bir distopyaya sürüklenemeyeceğimi fark ettim. Hayatta mutlu sonların da olabileceğine beni inandırabilecek bir şeye ihtiyacım vardı. Bu da umut ışığını, Arpina’yı yarattı. Daha aydınlık, gerçek hayatın stresi ve korkularından beni çekip çıkarabilecek, heyecan dolu ve maceraperest ruhumu kelimeler aracılığıyla besleyebilecek bir hikayeye ihtiyacım vardı. Bir gün Gölge ve Kemik’iizlerken karakterlerden birinin oluşturduğu ışık küresine gözüm takıldı. Bana, yapay bir dünya şemasını anımsattı. Işığa baktım ve düşündüm: Ya bunun içinde bir ülke olsaydı? Ya bunun içinde insanlar yaşıyor olsaydı ve bu da Işık krallığı olsaydı? Günlük hayatımda önüme çıkan elementleri gözlemlemeye başladım. Suyun bir ülke olduğunu hayal ettim. Ateşin, toprağın, karanlığın, gökyüzünün… Elementlerin oluşturduğu krallıklardan meydana gelen bir toprak bütünü yarattım. Fantastik, gerçekliği, sarkastik biçimde yorumlayan ve politik, edebi, felsefik ve dini alegoriler barındıran bir türdür. Epik fantastiklerin çoğunun, çağına veya toplumuna göndermelerde bulunduğunu, okurunun ufkunu açtığını görürüz. Ben de Arpina serisinde buna odaklandım. İlk kitabım, gelecekte insanlığın başına gelebilecek sorunlar bütününün, bilim kurgu unsuruyla buluştuğu, distopik bir yok oluş hikayesi sunup dünyanın gidişatına dikkate çekiyor. Bundan farklı olarak Arpina serisi, kişiyi daha çok iç dünyasına yönlendiriyor ve psikolojik bir derinlikle okuru fantastik maceralara sürüklüyor.
Bir bilim kurgu yazarı olarak yerli bilimkurgunun son zamanlarda yaşadığı yükselişi nasıl buluyorsunuz?
Maalesef bu konuda düşüncelerim pek de olumlu yönde değil. Bilim kurgu dalında yazılan eserlerin artmış olmasından ötürü gurur duyduğumu söyleyerek başlamak isterim. Fakat maalesef ki yazarlarımızın çoğunda, yapımcılara yönelik bir kitap çıkaralım ki ileride dizisi veya filmi çekilsin kaygısı var. Baskıyla, çok büyük beklentilerle ve dizi olması kaygısıyla yazılan eserlerde çok büyük sıkıntılar doğabiliyor. Genellikle romandan çok, deneme yazısı ve senaryo birleşimi, anlaşılması güç veya fazla basitleştirilmiş eserler ortaya çıkıyor. Bu tür sebeplerden ötürü de bilim kurgunun karmaşası ortadan kalkıyor ve diyaloglar da fazla bayat olabiliyor. Bu konuda, sinematik değil, daha edebi kaygılar güderek, yeterli araştırma doğrultusunda bilim kurgu eserlerinin yazılması gerektiğini düşünüyorum. Gerçekten ülkece kendimizi geliştirmiş olmamıza rağmen hala uluslararası düzlemde geride kalmış durumdayız.
Bilimkurgunun ilerlemesindeki en önemli role sahip olan yayım türlerinden birisi de fanzin. Peki sizin yolunuz fanzinlerle kesişti mi? Takip ettiğiniz fanzinler oldu mu?
Amatör yazarlara bir alternatif ve özgür bir ifade alanı sunduğu için fazlaca tercih edilen bir yayım türü kesinlikle. Bildiğim kadarıyla, bağımsız yazarlar da günümüzde fanzinler aracılığıyla eserlerini yayımlatmaya devam ediyor. Bence yeni yeteneklerin keşfedilmesi için oldukça güzel bir yöntem. Fakat benim yolum fanzinlerle hiç kesişmedi.
Üzerinde çalıştığınız yeni bir eseriniz veya geleceğe dair projeleriniz var mı?
Geçtiğimiz günlerde, tiyatro kursum aracılığıyla, Kozyatağı Kültür Merkezinde tiyatro oyunu sergiledik. Oldukça keyifli ve uzun zamandır üzerinde çalıştığımız bir projeydi. En büyük hedeflerimden biri, tiyatro sevdamı ilerletip daha sık oyunlarda oynayabilmek. Bunun dışında tamamlamış olduğum iki eser var. Çalışma alanını geniş tutmayı seven ve mümkün oldukça her türde okuyan biri olarak, eserlerimin neredeyse tümünün farklı dallarda olduğunu söyleyebilirim. Yakın zamanda yayımlatmayı planladığım bir çocuk romanım ve felsefik- fantastik bir yetişkin kurgum var. Bunları bekletiyor olmamın sebebi, önceliğimi Arpina serisine vermiş olmam. Beş kitaplık bir seri olarak tamamlanacak hikayenin, üçüncü kitabını yazmayı bitirmek üzere olduğumun müjdesini vereyim. Geleceğe dair bir başka projem de bağımsız, kısa bir animasyon yayımlamak. Aylardır üzerinde çalıştığım bu projenin bitmesine hala birkaç ay var gibi görünse de azimle çalışmaya devam ediyorum. Ayrıca kitaplarımı da İngilizce olarak yayımlatmayı planlıyorum.
Yazma, üretme süreçleri her yazara sorduğumuz ve her birinden farklı cevaplar aldığımız bir soru. Bu yüzden size de sormak istiyorum; belli bir yazma rutinine sahip misiniz?
Bu soruya hem evet hem de hayır cevabını verebilirim. Yoğun ve fazlasıyla hiperaktif bir insanım. Bu sebeple yazma rutinimin çok rastgele olduğu dönemler olabiliyor. Daha iyi açıklayabilmek için şöyle ifade edeyim: Genellikle bir kitap yazmaya başlamadan önce, analiz defteri çıkartırım. Bu deftere yaratacağım evrenin haritasını çizer, karakterleri betimler ve karakteristik özelliklerini tasvir ederim. Olay örgüsünün bir şemasını çıkarırım ve tüm önemli detayları not alırım. Ardından kitabın ilk kıvılcımları oluşmuş olur. Benim, özünde ihtiyacım olan da bu kıvılcımlardır. Ardından, yazmaya başlamadan önce, tüm hikayeyi kafamda kurgular ve hayal ederim. Bugüne dek hiç, hikayem hazır olmadan beyaz bir sayfa açıp yazmaya girişmedim. Zihnimdeki görselleri yazı diline döktüğüm bir yazı rutinim var. Bu sebeple de yazacağım her şey -kelime seçimleri hariç- hazır oluyor. Yazma işlemi de bu sebeple çok uzayabiliyor. Yeri geliyor birkaç ay bir şey yazmıyorum, yeri geliyor hiç uyumadan bir gün boyunca bilgisayarın başından ayrılmıyorum. Demem o ki, zamansal olarak plansız yazarım, fakat yazacağım şeyin her zaman bilincindeyimdir.
Bir fikrin aklınıza düştüğü andan, olgunlaşıp doğmasına kadar geçen süreyi biraz anlatabilir misiniz?
Sanırım ister istemez bu soruya, önceki cevaplarımda azar azar değinmiş oldum. Gördüğüm her bir ‘önemsiz’ obje, aniden kafamın içindeki senaryoların baş kahramanlarına dönüşebiliyor. Ben de onun etrafına anlamlı bir hikayedokuyorum. Genellikle fikirlerim, gerçek hayattaki gözlemlerimden türer. Küçüklüğümden beri, gerçekliğin sıkıcı özünü, bir tutam fantastikle birleştirmeyi hep doğru bulmuşumdur. Tıpkı Inception filmindeki gibi aklıma ekilen bu düşünceler, filizlenir ve olgunlaşır. Bir ağacın sıfırdan büyümesini izlemek gibi değildir de daha çok, birkaç farklı meyvenin tohumunu ekmeniz ve büyüdüklerinde de onları aşılamanız gibidir. Çünkü her birimiz, bizden önce gelenlerin izlerini taşır, kendi yorumlarımızla yeni fikirler katar ve bunları dünyaya sunarız. En ünlü yazarlar bile sıradan bir Perşembe gününde okudukları makaleden öylesine etkilenir ki, bir sonraki eserinin konusu, o farkına bile varamadan zihninde şekillenmeye başlar. İlham dediğimiz küçük ama önemli dokunuşta burada devreye girmektedir. Edebiyatın çeşitlilik dolu dünyasında birbirimizden esinlenir ve birbirimize ilham veririz. Hiçbir şey tamamen orijinal değildir; fakat, eserleri orijinal yapan da tam olarak budur.
Bundan on yıl sonra kendinizi nerede görüyorsunuz?
Ne yapıyor olacağımı kestirmek zor. Belki editörlük, belki çevirmenlik, belki yüksek lisans… Ne yapıyor olacaksam olayım, hayatta olduğum sürece, sanatla ilgileniyor olacağımdan kesinlikle eminim. Bu hiç değişmedi. Bundan sonra da değişeceğini sanmıyorum. Yalnızca sağlıklı olduğumu farz etmek istiyorum. Gerisini halledebileceğime güveniyorum.
Sizin gibi edebiyata gönül vermiş genç arkadaşlarımıza ne gibi tavsiyelerde bulunmak istersiniz?
Özgün olmalarını tavsiye ederim öncelikle. Edebiyata yeni adım atan kişiler, çoğunlukla kaygının kollarında buluyor kendini. Popüler gördükleri eserlere fazlasıyla benzeyen yazılar yazmaya çalışıyorlar. Aksi halde başaramayacakları, beğenilmeyecekleri korkusuna giriyorlar. Fakat unutmamak lazım ki her eserin mutlaka bir okuru vardır. Kendi yaratıcılıklarını güvensinler. Yayınevi arayışını doğru yapmalarını, yazacakları konu üzerinde yeterli araştırma yapmalarını ve yazmaya başlamadan önce kalemlerini ısıtacak yazı egzersizleri yapmalarını tavsiye ederim. Çeşitli konularda denemeler yazmak, kendilerini geliştirmek için harika bir yol örneğin. Bunun yanı sıra bol bol kitap okumayı tavsiye ediyorum. Geniş bir alana yayılmalarını, her türde kitaplar okumalarını tavsiye ediyorum.
Son olarak klasikleştirdiğim tek cevaplık sorularımı sormak istiyorum
Edebiyat: Fikirlerin somutlaşması.
Başarı: Kendin olmak.
Kalem: Yüreğin sesi.
Sanat: Yaşam.
Genç yazar adayımız Ezgi Derya Yıldırım’a vermiş olduğu bu keyifli röportaj için teşekkür eder, başarılarının devamını dilerim.
İstanbul, Maltepe’de yaşıyorum. Yirmi yaşındayım. İstanbul Üniversitesi, Amerikan Kültürü ve Edebiyatı, son sınıf öğrencisiyim. Bir yandan tiyatro eğitimi alıyor, bir yandan da sosyal medyada içerik üretiyorum. Bunun yanı sıra da yazarlıkla uğraşmaktayım.
Bir edebiyatçı olarak hayatınız boyunca birçok spor dalıyla ilgilendiğinizi söylüyorsunuz. Bize biraz sporcu kimliğinizden bahseder misiniz?
Çocukluğum, yüzme eğitimi alarak geçti. Ebeveynlerimin yoğun isteği üzerine ilkokul hayatım ve ortaokulun ilk dönemi boyunca, neredeyse beş yıl, Marmara Eğitim Kurumlarının yüzme takımındaydım. Lisanslı bir yüzücü olarak çok fazla yarışa katılmakla birlikte, neredeyse her akşam, okul çıkışında antrenmana kalırdım. Yüzmeyi gerçekten çok sevmeme ve bireysel olarak fazlasıyla keyif almama rağmen, takım sporlarının (gruba ayak uydurulması gerektiği için) kişiliğime pek uygun olmadığını keşfettim. Okul hayatımın da yoğunlaşmaya başlaması ve kendime biraz vakit ayırıp çocukluğumu yaşamak istemeyi seçmem sebebiyle, beşinci sınıfın sonuna doğru takımdan ayrıldım. Liseye geçtiğimde, bir yıl boyunca hip hop eğitimi aldım. Bir yılımızın neredeyse tümünü, Yeteneksizsiniz yarışmasına hazırlanarak geçirdik. Maalesef ki o dönemlerde dil öğrenmeye odaklanmıştım ve yarışmaya katılacağımız tarih belirsizdi. Yarışma ve dil okulumun tarihlerinin çakışması sonucu, büyük bir hayal kırıklığıyla dans serüvenimi de gerimde bırakmış oldum. Sonrasında, kısa süreli olarak,tekvandoya gittim. Amerika’da değişim programına katıldığım sürede de okulun golf takımındaydım. Bir dönem de koşuyla ilgilendim.
Halâ spor ile ilgileniyor musunuz? Yoksa kendinizi tamamen edebiyata mı adadınız?
Günümüzde, profesyonel olmasa bile, sporun öneminin bilincindeyim ve her gün düzenli olarak yürüyüş yapmaya ve zaman zaman kendi halimde spor yapmaya devam ediyorum. Fakat olimpik alanda artık sporla ilgilenmiyorum. Kendimi ağırlıklı olarak sanata yöneltmiş durumdayım.
Edebi yönünüzün daha ağır bastığını nasıl keşfettiniz?
Daha henüz okuma yazma öğrenmediğimiz yaşlarda, babamın kitap okumasından ilham alır, resimlere bakmaya, bir şeyler anlamaya çalışırdım. Yazmayı öğrendiğim ilk yıllarda, arkadaşlarımı zorla masa başına toplar, boş kağıtları katlayıp iç içe sokar ve kitap yazdırtırdım. Küçük yazı köşelerimiz olurdu. Yaptığımız çizimli amatör kitaplarımızı hala saklıyorum. Yüzmeye gittiğim dönemlerde de herkes spor konuşurken ben bir köşeye çekilir yazılar yazar, resim çizer veya kitap okurdum. Boş vakitlerimi hep kitap okuyarak veya bir şeyler üreterek geçirirdim. İlkokuldayken oldukça komik bir senaryo yazdığımı ve hiçbir şey bilmeden, Disney Türkiye’ye ulaştırmaya çalıştığımı hatırlıyorum. Komik fakat anlamlı anılardı benim için. Okulda en sevdiğim ders, zorunlu kitap okuma saatleri ve öğle aralarıydı. Çünkü ikisinde de kitap okurdum. Ve yaşıtlarımın aksine, çok küçük yaşlarda kalın romanlar okuyarak edebiyata adım attım. Liseye geçtiğimizde edebiyat öğretmenimiz bize kompozisyonlar, akrostişler ve denemeler yazdırırdı. O zamanlar böyle bir hayalim olduğunu keşfetmemiş olmama rağmen, yazılarımı herkese okutur, bir gün edebiyatçı olacağımı söylerdi. Sanırım onun öğütleri hep aklımın bir köşesinde yer edindi.
Edebiyat alanında okul dışında hiç eğitim aldınız mı? Aldıysanız hangi eğitimleri aldınız?
2022 yılında senaryo yazarlığı eğitimi aldım. Küçüklüğümden beri beni çok cezbeden bir alandı. Özellikle bir gün, profesyonel bir tiyatro oyunu yazabilmeyi çok isterim.
İlk romanınız olan “Uzay Günlükleri” ni yazdığınızda kaç yaşındaydınız? Romanınızı yazarken nasıl bir duygu yoğunluğu yaşadınız?
İlk romanımın hikayesinin oldukça komik olduğunu garanti edebilirim. Korona döneminde, bir gün, annem eline kağıtkalem aldı ve kitap yazmaya başlayacağını iddia etti. Hayatım boyunca hep, bir gün kitap yazacağımı düşünürdüm fakat bunun bir başlangıç noktası olması gerektiğini hiç algılayamamıştım. Annemi öyle tutkulu tutkulu bir şeyler yazarken görünce doğru zamanın geldiğini anladım ve bilgisayarımı açarak ilk taslağımı oluşturmaya başladım. Sonrasında annem bıraktı fakat sanırım bu, benim için kritik bir andı ve yazmaya ondan özenerek başlamış oldum. Henüz on altı yaşındaydım. Aynı zamanda da sınav senemdi. Benim için olağanüstü bir pekiştirme olduğunu söyleyebilirim. Edebiyata olan tutkumu körükledi ve test çözerken ki azmimi arttırdı. Böylelikle TYT edebiyatımı, bir boş hariç, tamamen doğru çözebilmiş oldum. Hem kafamı dağıtmamı sağlamış hem de bana birçok farklı alanda bilgiler katmıştı. İlk kitabımın yeri bu sebeple hep bende ayrı olacak. Fakat iş, yayımlatma kısmına gelince, korona dönemi yoğunluğu ve yayınevi arayışı sebebiyle kitabımın okurlarıyla buluşması, ancak 2022 yılında mümkün oldu.
Bildiğim kadarıyla bilimkurgu dalında eserler yazıyorsunuz. Neden, bilimkurgu?
İlk romanım, distopik bilim kurgu türündeydi. Çocukluğum boyunca, ilk yazacağım kitabın ya otobiyografi ya da bilim kurgu olmasını istemiştim. Bunun yegane sebebi, başlangıçların, bireyin hayatında hiç unutamayacağı, özel yerlere sahip olmasıdır. İlk kitabımın kendimi yansıtan bir eser olabilmesi, benim için çok önemliydi. Ve hayatta okumaktan en çok keyif aldığım tür, 2010’ların distopik bilim kurguları olması sebebiyle yazarlık kariyerine girişim de böyle oldu. Herkese de yazmaya, en konforlu hissettikleri alandan başlamalarını tavsiye ederim. Kalemin kuvvetlenmesi, olumsuz duygular içine girmemek ve özgüven kazanabilmek için çok önemli olduğunu düşünüyorum. Sonradan yazmış olduğumun iki kitabım,fantastik- macera dalında.
2023 yılında, “Arpina Cyrus ve Işık Ülkesi” isimli ikinci romanınızı çıkardınız. Bu eserinizin ilkinden farkı neydi?
Kısaca bahseder misiniz?İlk eserim, üç kitaplık bir seri olacaktı. İkinci kitabın üzerinde çalışmaya başlamak üzereydim. Fakat hayatımda gerçekten de hiçbir şeyin yolunda gitmediği, benim için biraz karanlık bir dönemdi. Babamın hastalığı, üniversite hayatına adaptasyon süreci… Bir distopyanın içinden çıkıp farklı bir distopyaya sürüklenemeyeceğimi fark ettim. Hayatta mutlu sonların da olabileceğine beni inandırabilecek bir şeye ihtiyacım vardı. Bu da umut ışığını, Arpina’yı yarattı. Daha aydınlık, gerçek hayatın stresi ve korkularından beni çekip çıkarabilecek, heyecan dolu ve maceraperest ruhumu kelimeler aracılığıyla besleyebilecek bir hikayeye ihtiyacım vardı. Bir gün Gölge ve Kemik’iizlerken karakterlerden birinin oluşturduğu ışık küresine gözüm takıldı. Bana, yapay bir dünya şemasını anımsattı. Işığa baktım ve düşündüm: Ya bunun içinde bir ülke olsaydı? Ya bunun içinde insanlar yaşıyor olsaydı ve bu da Işık krallığı olsaydı? Günlük hayatımda önüme çıkan elementleri gözlemlemeye başladım. Suyun bir ülke olduğunu hayal ettim. Ateşin, toprağın, karanlığın, gökyüzünün… Elementlerin oluşturduğu krallıklardan meydana gelen bir toprak bütünü yarattım. Fantastik, gerçekliği, sarkastik biçimde yorumlayan ve politik, edebi, felsefik ve dini alegoriler barındıran bir türdür. Epik fantastiklerin çoğunun, çağına veya toplumuna göndermelerde bulunduğunu, okurunun ufkunu açtığını görürüz. Ben de Arpina serisinde buna odaklandım. İlk kitabım, gelecekte insanlığın başına gelebilecek sorunlar bütününün, bilim kurgu unsuruyla buluştuğu, distopik bir yok oluş hikayesi sunup dünyanın gidişatına dikkate çekiyor. Bundan farklı olarak Arpina serisi, kişiyi daha çok iç dünyasına yönlendiriyor ve psikolojik bir derinlikle okuru fantastik maceralara sürüklüyor.
Bir bilim kurgu yazarı olarak yerli bilimkurgunun son zamanlarda yaşadığı yükselişi nasıl buluyorsunuz?
Maalesef bu konuda düşüncelerim pek de olumlu yönde değil. Bilim kurgu dalında yazılan eserlerin artmış olmasından ötürü gurur duyduğumu söyleyerek başlamak isterim. Fakat maalesef ki yazarlarımızın çoğunda, yapımcılara yönelik bir kitap çıkaralım ki ileride dizisi veya filmi çekilsin kaygısı var. Baskıyla, çok büyük beklentilerle ve dizi olması kaygısıyla yazılan eserlerde çok büyük sıkıntılar doğabiliyor. Genellikle romandan çok, deneme yazısı ve senaryo birleşimi, anlaşılması güç veya fazla basitleştirilmiş eserler ortaya çıkıyor. Bu tür sebeplerden ötürü de bilim kurgunun karmaşası ortadan kalkıyor ve diyaloglar da fazla bayat olabiliyor. Bu konuda, sinematik değil, daha edebi kaygılar güderek, yeterli araştırma doğrultusunda bilim kurgu eserlerinin yazılması gerektiğini düşünüyorum. Gerçekten ülkece kendimizi geliştirmiş olmamıza rağmen hala uluslararası düzlemde geride kalmış durumdayız.
Bilimkurgunun ilerlemesindeki en önemli role sahip olan yayım türlerinden birisi de fanzin. Peki sizin yolunuz fanzinlerle kesişti mi? Takip ettiğiniz fanzinler oldu mu?
Amatör yazarlara bir alternatif ve özgür bir ifade alanı sunduğu için fazlaca tercih edilen bir yayım türü kesinlikle. Bildiğim kadarıyla, bağımsız yazarlar da günümüzde fanzinler aracılığıyla eserlerini yayımlatmaya devam ediyor. Bence yeni yeteneklerin keşfedilmesi için oldukça güzel bir yöntem. Fakat benim yolum fanzinlerle hiç kesişmedi.
Üzerinde çalıştığınız yeni bir eseriniz veya geleceğe dair projeleriniz var mı?
Geçtiğimiz günlerde, tiyatro kursum aracılığıyla, Kozyatağı Kültür Merkezinde tiyatro oyunu sergiledik. Oldukça keyifli ve uzun zamandır üzerinde çalıştığımız bir projeydi. En büyük hedeflerimden biri, tiyatro sevdamı ilerletip daha sık oyunlarda oynayabilmek. Bunun dışında tamamlamış olduğum iki eser var. Çalışma alanını geniş tutmayı seven ve mümkün oldukça her türde okuyan biri olarak, eserlerimin neredeyse tümünün farklı dallarda olduğunu söyleyebilirim. Yakın zamanda yayımlatmayı planladığım bir çocuk romanım ve felsefik- fantastik bir yetişkin kurgum var. Bunları bekletiyor olmamın sebebi, önceliğimi Arpina serisine vermiş olmam. Beş kitaplık bir seri olarak tamamlanacak hikayenin, üçüncü kitabını yazmayı bitirmek üzere olduğumun müjdesini vereyim. Geleceğe dair bir başka projem de bağımsız, kısa bir animasyon yayımlamak. Aylardır üzerinde çalıştığım bu projenin bitmesine hala birkaç ay var gibi görünse de azimle çalışmaya devam ediyorum. Ayrıca kitaplarımı da İngilizce olarak yayımlatmayı planlıyorum.
Yazma, üretme süreçleri her yazara sorduğumuz ve her birinden farklı cevaplar aldığımız bir soru. Bu yüzden size de sormak istiyorum; belli bir yazma rutinine sahip misiniz?
Bu soruya hem evet hem de hayır cevabını verebilirim. Yoğun ve fazlasıyla hiperaktif bir insanım. Bu sebeple yazma rutinimin çok rastgele olduğu dönemler olabiliyor. Daha iyi açıklayabilmek için şöyle ifade edeyim: Genellikle bir kitap yazmaya başlamadan önce, analiz defteri çıkartırım. Bu deftere yaratacağım evrenin haritasını çizer, karakterleri betimler ve karakteristik özelliklerini tasvir ederim. Olay örgüsünün bir şemasını çıkarırım ve tüm önemli detayları not alırım. Ardından kitabın ilk kıvılcımları oluşmuş olur. Benim, özünde ihtiyacım olan da bu kıvılcımlardır. Ardından, yazmaya başlamadan önce, tüm hikayeyi kafamda kurgular ve hayal ederim. Bugüne dek hiç, hikayem hazır olmadan beyaz bir sayfa açıp yazmaya girişmedim. Zihnimdeki görselleri yazı diline döktüğüm bir yazı rutinim var. Bu sebeple de yazacağım her şey -kelime seçimleri hariç- hazır oluyor. Yazma işlemi de bu sebeple çok uzayabiliyor. Yeri geliyor birkaç ay bir şey yazmıyorum, yeri geliyor hiç uyumadan bir gün boyunca bilgisayarın başından ayrılmıyorum. Demem o ki, zamansal olarak plansız yazarım, fakat yazacağım şeyin her zaman bilincindeyimdir.
Bir fikrin aklınıza düştüğü andan, olgunlaşıp doğmasına kadar geçen süreyi biraz anlatabilir misiniz?
Sanırım ister istemez bu soruya, önceki cevaplarımda azar azar değinmiş oldum. Gördüğüm her bir ‘önemsiz’ obje, aniden kafamın içindeki senaryoların baş kahramanlarına dönüşebiliyor. Ben de onun etrafına anlamlı bir hikayedokuyorum. Genellikle fikirlerim, gerçek hayattaki gözlemlerimden türer. Küçüklüğümden beri, gerçekliğin sıkıcı özünü, bir tutam fantastikle birleştirmeyi hep doğru bulmuşumdur. Tıpkı Inception filmindeki gibi aklıma ekilen bu düşünceler, filizlenir ve olgunlaşır. Bir ağacın sıfırdan büyümesini izlemek gibi değildir de daha çok, birkaç farklı meyvenin tohumunu ekmeniz ve büyüdüklerinde de onları aşılamanız gibidir. Çünkü her birimiz, bizden önce gelenlerin izlerini taşır, kendi yorumlarımızla yeni fikirler katar ve bunları dünyaya sunarız. En ünlü yazarlar bile sıradan bir Perşembe gününde okudukları makaleden öylesine etkilenir ki, bir sonraki eserinin konusu, o farkına bile varamadan zihninde şekillenmeye başlar. İlham dediğimiz küçük ama önemli dokunuşta burada devreye girmektedir. Edebiyatın çeşitlilik dolu dünyasında birbirimizden esinlenir ve birbirimize ilham veririz. Hiçbir şey tamamen orijinal değildir; fakat, eserleri orijinal yapan da tam olarak budur.
Bundan on yıl sonra kendinizi nerede görüyorsunuz?
Ne yapıyor olacağımı kestirmek zor. Belki editörlük, belki çevirmenlik, belki yüksek lisans… Ne yapıyor olacaksam olayım, hayatta olduğum sürece, sanatla ilgileniyor olacağımdan kesinlikle eminim. Bu hiç değişmedi. Bundan sonra da değişeceğini sanmıyorum. Yalnızca sağlıklı olduğumu farz etmek istiyorum. Gerisini halledebileceğime güveniyorum.
Sizin gibi edebiyata gönül vermiş genç arkadaşlarımıza ne gibi tavsiyelerde bulunmak istersiniz?
Özgün olmalarını tavsiye ederim öncelikle. Edebiyata yeni adım atan kişiler, çoğunlukla kaygının kollarında buluyor kendini. Popüler gördükleri eserlere fazlasıyla benzeyen yazılar yazmaya çalışıyorlar. Aksi halde başaramayacakları, beğenilmeyecekleri korkusuna giriyorlar. Fakat unutmamak lazım ki her eserin mutlaka bir okuru vardır. Kendi yaratıcılıklarını güvensinler. Yayınevi arayışını doğru yapmalarını, yazacakları konu üzerinde yeterli araştırma yapmalarını ve yazmaya başlamadan önce kalemlerini ısıtacak yazı egzersizleri yapmalarını tavsiye ederim. Çeşitli konularda denemeler yazmak, kendilerini geliştirmek için harika bir yol örneğin. Bunun yanı sıra bol bol kitap okumayı tavsiye ediyorum. Geniş bir alana yayılmalarını, her türde kitaplar okumalarını tavsiye ediyorum.
Son olarak klasikleştirdiğim tek cevaplık sorularımı sormak istiyorum
Edebiyat: Fikirlerin somutlaşması.
Başarı: Kendin olmak.
Kalem: Yüreğin sesi.
Sanat: Yaşam.
Genç yazar adayımız Ezgi Derya Yıldırım’a vermiş olduğu bu keyifli röportaj için teşekkür eder, başarılarının devamını dilerim.