World News in Turkish

ALADAĞ’I AŞAN EDİP: SULTAN RAEV

HAYRİDDİN SULTANOV



Çağımızın ünlü yazarı, devlet ve toplum adamı, yetkin diplomat Sultan Rayev’i ülkemiz aydınları ve okurlarına tarif etmeye ihtiyaç yok sanırım. Zira, Özbek halkının samimi ve büyük dostu olan bu eşsiz sanatçının ülkemizdeki çeşitli uluslararası konferansların, kültürel forum ve toplantıların, sergi ve yarışmaların düzenli katılımcısı, çoğu zaman da organizatörü olduğunu kamuoyumuz iyi biliyor.  Buna rağmen, sanatçının hayat hikâyesi ve toplumsal faaliyeti hakkında okurlara daha fazla bilgi vermek için, önce, yazarın yaşam öyküsüne, doğup büyüdüğü topraklar ve yetiştiği edebi ortama ışık tutmamız gerekir. Sultan Rayev, 13 Temmuz 1958’de Oş vilayetinin Karasu ilçesine bağlı Coş köyünde doğdu. Kırgızistan Millî Üniversitesi Gazetecilik Fakültesi’ni tamamladı. Çalışma hayatına Kırgızistan Kültürü gazetesinde muhabirlikle başladı. Daha sonra Asaba (Bayrak) gazetesinde yazı işleri müdürü yardımcısı, Kırgız Ruhu gazetesinde de yazı işleri müdürü olarak çalıştır. ABD’nin Kanzas Üniversitesi’nde gazetecilik üzerine staj yaptı. 2002 yılından itibaren Kırgızistan Eğitim ve Kültür Bakanı Yardımcısı, Kültür ve Sanatı Destekleme Derneği Başkanı, Devlet Kültürel Kalkınma Komisyonu Başkanı, Cumhurbaşkanı Danışmanı, Başbakan Danışmanı, Kültür, Enformasyon ve Turizm Bakanı görevlerini üstlendi. 2021-2022 yıllarında Türk Devletleri Konseyi Baş Katip Yardımcısı olarak faaliyetine devam etti. 2022 yılından bugüne kadar Uluslararası Türk Kültürü Teşkilatı (TÜRKSOY) başkanı olarak Türk platformunda kültürel-insani işbirliğini geliştirmeye öncülük etmektedir. Daha önce bu nüfuzlu teşkilatın başında bulunan Azerbaycanlı ünlü şarkıcı, sanat doktoru, profesör Polat Bülbüloğlu (1993–2008) ve Kazakistan Emektar Sanat Adamı, profesör Düsen Kaseinov (2008–2022) da Türk birliğini pekiştirme yolunda önemli çalışmalara imza attılar.



Günümüzde TÜRKSOY’un faaliyeti daha da genişlemiş, yeni aşama katetmiş, teşkilat tarafından uçsuz bucaksız topraklarda ikamet eden Türklerin ortak değerlerini koruma ve geliştirme, ortak servetimiz olan eşsiz tarihî mirasımızı, çağdaş kültürümüzü öğrenme ve dünyaya yayma, büyük atalarımızı ölümsüzleştirme konularında önemli projelerin gerçekleştirildiğine tanık olmaktayız. Özellikle son yıllarda üye ülkeleri arasında kültür ve sanat günleri, gençler ve tiyatro festivalleri, bilgi şölenleri, uluslararası konferanslar, edebi etkinlinler organize bir şekilde gerçekleştirilmektedir. Köhne ve güzel şehirlerimiz Türk dünyasının kültür başkanti ilan edilmekte. Büyük şair ve düşünür Ali Şir Nevaî adını taşıyan uluslararası ödül tesis edildi. Aynı zamanda teşkilatın öncülüğünde şair ve düşünürlerin adını taşıyan araştırma merkezleri yürürlüğe konuldu. TÜRKSOY Yazarlar Birliği ve Mümtaz Şiir uluslararası edebiyat festivali düzenlendi. Türk Dünyası Sinemacılar Birliği kuruldu. Ülkemizde yayımlanan 100 ciltli Türk Edebiyatının İncileri kitap serisinin sunumu uluslararası çerçevede gerçekleştirildi. TÜRKSOY’un 30.yılı üye ülkelerin başkentlerinde ve UNESCO karargahı Paris’te yüksek seviyede kutlandı. Burada teşkilatın bütün faaliyetini aktarmak imkansız elbette. Önemlisi, bu faaliyetlerin gerçekleşmesinde TÜRKSOY başkanı olarak Sultan Rayev’in verdiği hizmetler, özverili çalışmalar, Türk birliği ve işbirliğini her yönden pekiştirmeye yönelik yeni gayeleri ve girişimleri hepimiz için örnek niteliğindedir. Daha önce vurguladığımız gibi, Sultan Rayev’i Özbekistan’ın, Özbek edebiyatının gerçek dostu biliriz. Çocukluğu Oş’ta, Özbekler arasında geçti. Dolayısıyla halkımızı, örf-âdetlerimi iyi tanıyor. Kırgız topraklarında yetişen Tursunbay Adaşbayev, Abdugani Abdugafurov, Osman Timur, Şevket Rahman, Ahmedcan Melibayev, Zuhriddin İsamiddinov, Erkin Baynazarov gibi edipleri, Şeyh Alaeddin Mansur, Enver Kâri Tursunov gibi din bilginleriyle ahbaptır. Yeri gelmişken vurgulanmalıdır ki, Sultan Rayev kutsal Kur’an-ı Kerim’in Kırgızcaya aktarılması gibi büyük sorumluluğu ve sevaplı vazifeyi yerine getirmiştir. Bu işte Alaeddin Mansur’un editör olarak  kendisine verdiği yardım ve tavsiyelerden dolayı ona hep saygı ve minnet duymuştur. TÜRKSOY’un Özbekistan’da gerçekleştirilen bütün etkinliklerde Sultan Rayev Özbekçe konuşmaktadır. Bu, dostumuzun halkımızda karşı yüksek sevgi ve saygısının belirtisidir. Sultan Rayev, aynı zamanda, Özbek edebiyatı ve sanatı örneklerinin diğer Türk dillerine aktarılmasına, Özbekistan’daki hayatla ilgili edebi ve bilimsel çalışmaların, albüm ve filmlerin yapımına özel bir önem verir. Sultan Rayev’in namı Aladağ’ın yüksek zirvelerini çoktan geçmiştir. Kendisinin Kırgızistan Halk Yazarı, Kırgızistan Emektar Sanat Adamı unvanları, Danaker nişanı, Toktagul Devlet Ödülü, farklı ülke ve teşkilatlara ait Altın Gül (Gürcistan), Cengizhan (Moğolistan), Atatürk (Türkiye), Daniyel (Kore Cumhuriyeti), Lomonosov (Rusya), Dostluk (Kazakistan) nişan ve madalyaları ile ödüllendirilmiş olması fikrimizin ispatıdır. Kimi kalem erbabı vardır ki dünyadan, toplumdan kopup hep yazmakla ilgilenirler. Şayet bu mümkünse, edebiyatın leyhine de olabilir. Ancak başka bir tip yazar daha vardır ki, onlar sosyal hayatın dışında olmazlar, olamazlar; ülkenin istikbali ve refahı için kendini düşünmeden hep ön saflarda mücadele ederler. Hem sorumluluklar üstlenip hem sanatla ilgilenmek asla kolay değildir. Bu, her şeyden önce, kendi huzuru ve isteklerinden, bencilliklerinden tamamen vazgeçmek demektir. Büyük atamız Ali Şir Nevaî Hazretleri bunun en güzel örneğidir. Bu bağlamda, Ernest Hemingway’in: “Yazar, sadece sanatsal eserleriyle değil, toplumsal sorumluluk sahibi bir kişi olarak, güçlü bir yurttaşlık duruşuyla, iyi çalışma ve çabalarıyla insanlığın güzel ve müreffeh geleceğine aktif olarak katılmalıdır.” sözleri anlamlıdır.



Hepimizin bildiği üzere, dünyaca ünlü yazar, toplum adamı Cengiz Aytmatov farklı yıllarda Pravda gazetesinde ve İnostrannaya Literatura dergisinde çalıştı. Kırgızistan Yazarlar Birliği ve Kırgızfilm stüdyosunun faaliyetlerini geliştirme konusunda eşsiz hizmetlerde bulundu. Kırgızistan Cumhuriyeti Parlamentosu’nda, Sovyetler Birliği parlamentolarında aktif bir milletvekili olarak faaliyette bulundu. İlk başta SSCB’nin, daha sonra Kırgızistan’ın Lüksemburg, Hollanda ve Belçika’daki büyükelçisi olarak çalıştı. 1995-2008 yılları arasında merkezi Taşkent’te bulunan Orta Asya Halkları Kültür Kurulu başkanlığını yaptı. Issıkgöl Forumu uluslararası barış hareketini organize etti. Sultan Rayev’in biyografisine bakan kişi onun büyük üstadının yolunu takip ederek sanatsal ve toplumsal faaliyetleri uyum içinde yürüttüğünü, en önemlisi, her iki alanda da büyük başarılara imza attığını görür. Bu bağlamda Cengiz Aytmatov, öğrencisinin Prensesin Gözyaşları adlı kitabının ön sözünda Kırgız Kırgız edebiyatına yeni, parlak bir yeteneğin cesur bir sesle girdiğini vurgulayarak, onun yaratıcı geleceğini öngördüğünü söylememiz, sanırım, yanlış olmaz. Bu konuda yazarın kendisi, Cengiz Aytmatov adlı eserinde detaylı olarak anıyor. Bugün Sultan Rayev dünyaca ünlü bir yazar ve diplomat olarak ortaya çıktı. Onun ideolojik ve sanatsal açıdan olgun onlarca kitabının dünyanın farklı ülkelerinde basılması, İngilizce, Fransızca, Rusça, Macarca, Çince, Ukraynaca, Türkçe, Kazakça, Azerice, Özbekçe, Tatarca ve diğer dillere çevrilmesi ve yaygın olarak tanınması uluslararası kültür çevrelerinde tanınmasını Türk edebiyatımızın büyük bir başarısı olarak kabul ediyoruz. Elbette şimdi bu kadar açıklamanın ardından Sultan Rayev’in eserlerini kısaca da olsa incelememiz, onun romanlarını, şiirlerini, hikâyelerini okurken edindiğimiz unutulmaz izlenimleri siz değerli okurlarımızla paylaşmamız doğaldır. Fikrimizi elinizdeki kitapta yer alan Manas Ata’nın Evladı hikayesiyle başlayalım. “Risalet’in doğuracağı gün yaklaştıkça bedeni ağırlaştı. Birkaç gün içinde doğum sancısı başlayabilir. Ama son sınav günü de yaklaşmakta. Bunu düşünürken ne yeyip içtiğinin farkında değil.   Doğum yapmaktan ziyade bu zorlu sınavı geçebilse rahatlayacak...” Hikaye böyle başlıyor ve bu ilk cümlelerden itibaren okuyucunun dikkatini mıknatıs gibi kendine çekiyor. “Nasıl bir sınav bu acaba?” sorusu okuyucunun huzurunu çalar.  Hikâyenin başkışısi yakında doğum yapacaak bir öğrenci-gelin üniversite sınavı konusunda neden bu kadar tedirgin? Bir çocuk dünyaya getirmek daha zorlu; öbür dünyanın kapısına gitmek gibi değil mi? Risalet için “Doğum nedir? Sancı başlasın, gerisi kolay. Bu yüzden yüklü olmasına rağmen koşar durur, sabah akşam son sınavı düşünür.” Risalet’e doğumdan daha zor görünen bu “kahrolası sınav” nasıl bir bela acaba? Bunun tabii ki nedeni var. Şayet “sınavı geçerse burs kazanır. Geçememekten Allah korusun. Eşiyle birlikte kıt kanaat geçinirken bu burs  hayatlarını kurtaracak.” “Anatomi dersi için mükemmel görsel olabilecek zayıf bir vücuda sahip” eşi de, onun dert ortağı. “Sobadaki ateşi yakan da külünü temizleyen de o. Odun olarak girip kül olarak çıkar. ” Karısının aklında kalmasının dileyen bir edayla “alnındaki boncuk boncuk terleri silerek” yarınki sınav için Manas destanını yüksek sesle okumaya devam eder: “Özgür ve güvenli bir ülke bekleyen halkı henüz görmemişiz. Halk için canını veren eri henüz görmemiş. Aladağ’ı geçmişiz ama henüz dağı görmemişiz...” Aksilik bu ya; koca gece boyunca kitap okumuş, karı dinlemiş, sabah “güneş boyu yükselmiş olmasına rağmen kuş yuvası kadar kiralık evlerinde (üstelik şehrin bir kenarında) iki genç mışıl mışıl uyuyordu. Çalar saatin sesini duymamışlardı bile. Şans elden gitti mi her şey üst üste gelir işte. Bir bu eksikti. Sınav saati sekizdi. Oysa saat çoktan sekizi geçmişt. Çala çala yorulan saat ibreleri artık onu gösteriyordu.” Risalet sokağa koşuyor! Hamile değil mi, ağır ağır yol alır; Allah’ım n’olur otobüsü kaçırmasın! Bu haliyle bile “Profesörün acelesi yok, sen de acele etme, sınav on birde bile bitmez. Omuraliyev, her öğrenciyi en az bir saat sorguya çeker. Kuru ekmekten kıl çekercesine zavallı öğrencileri ezmekten zevk duyar” diye kendini teskin eder ama korkusu yine de geçmez. Risalet sınavın son dakikalarına doğru yetişir. Gaddar profesörün dikenli kinayelerinden sonra bir tane bilet çeker. Ne yazık ki soru Manas, Kahramanlık Destanı’dır. Gözleri soruya takılınca kalbi kılıfından fırlayacakmış gibi oldu. “Bitti. Her şey bitti. Kocasının geceleri ona okuduklarının tek satırını bile hatırlamıyor. Hatırlamaya çalışıyor ama nafile.” “Kızım, doğru düzgün konuşsana, destanı okudun mu?” diye sorar profesör. Risalet “böylesine büyük bir destanı okumayayanların arasına kaltılmak istemediğinden” yalan söylemek zorunda kalır: “Okumuştum efendim...” “Profesör, Risalet’in yalan söylediğini gözlerinden anlar. Okusaydı anlatıverirdi. Bu tür yalanlarla defalarca karşılaşmıştı.” Profesör yerinden kalkar, öğrencinin cevabını dinlerken düşünceye dalar: “Manas’ı da bunun gibi Kırgız kızlarından biri doğurdu. Belki de o da bu kız gibi sıradan bir kadındı. Anneler çoğu zaman kimi dünyaya getirdiklerini bilmezler.” Ancak profesör bugüne kadar Manas’ı okumayanların hiçbirine acımamış, hiçbirini affetmemiştir.” İçindeki itirazı diline çıkarır “okumamışsın kızım” der teessüfle. Risalet kekeler, iki yüzü kırmızı kesilir: “Okumuştum efendim, şimdi bir türlü hatırlamıyorum.” “Risalet kendini haklı çıkarmak için başka bir şey söylemek ister ama sözleri boğazında düğümlenir. İçinde, sol tarafında ağrı hisseder. Sanki bu yalan ateşe dönüşür. Karnındaki çocuk annesinin yalanını hissetmiş gibi tedirgin olur. Rahatsızlığını profesöre belli etmemeye çalışır ancak çoktan benzi atmıştır... – “Manas’ı okumamak ayıptır kızım.” Profesör hışımla yerinden kalkar. “Halkımızın büyük mirasını bilmemek, büyük ayıp. Manas, bizim ata damarımız, yolumuz, kanımız, canımızdır. Kırgız halkı bu kandan ortaya çıktı. Ya siz? Destan hakkında tek kelime bile bilmiyorsunuz. Ayıp, çok ayıp.” Profesörün kaşları çatılır, yüzü ciddileşir. “Bugün Manas'ı bilmeyen yarın tamamen unutacak, o zaman kim olduğunuzu, nereden geldiğinizi bile bilmeyeceksiniz. Olmadı bu, kızım. Al karneni, güzelce oku, sonra gel tekrar sınava gir...” Tam bu noktada kahramanın asıl yüzünü, iç dünyasını yansıtan beyana yer verilir. “Profesör masanın üstündeki karneyi geri verdi. Tabii  ki not vermemişti. Risalet gittikçe kötüleştiğini hissediyordu. Profesöre, yaşlı bir kadının evinde kiralık olarak yaşadığını, ayda kırk som ödediğini, ailevi kaygılardan ders çalışmaya vakit bulamadığını, bugün not alamazsa bursunu kaybedeceğini anlatmak istedi. Ama bunları neden profesöre anlatsın ki? Ne edip edip not alabilmek için mi? Profesör “Manas’ı okumuş, biliyormuş” diye not vermeil mi? Diyelim, notu aldı. Bursu kaçırmadı. Ya sonra? Sonra okuyacak mı? Yoksa sınavın geçtiğini düşünüp buna gerek duymayacak mı? Okumayacak. Büyük ihtimalle, ömrünün sonuna kadar bile okumayacak. Profesörün sesiyle kendine geldi: “Gel, kızım, karneni ver. Durumunu görüyorum, bu seferlik not benden olsun. İnşallah doğumdan sonra okursun... “Hayır efendim, okur, öyle gelirim.” der odadan çıkarken. Profesör onu anlamıştı, olduğu yerde kalakaldı. Demin aklından geçenleri hatırladı: “Manas’ı da bunun gibi Kırgız kızlarından biri doğurmuş olabilir. O da sıradan bir kadın olabilir.” Peki, sonra. Hayat gerçeği ile hayat prensipinin çatıştığı bu hikâye nasıl gelişir, nasıl tamamlanır? Doğacak çocuğun durumu ne olur? Çağdaşlarımız kendi halkının manevi kökleriyle nasıl bağlantı kurar? Kanaatimizce, sevgili okuyucuların bu soruların cevabını Manas Ata’nın Evladı hikayesini okuyarak bulmaları daha doğru olur. “ Düşüncenin netliği, ifadenin netliğinin temelini oluşturur ” der Fransız yazar Gustave Flaubert. Her seferinde Sultan Rayev’in eserlerini büyük bir ilgiyle okurken bu kusursuz yapıtlardaki ifadenin net ve berraklığını görürüm. Aslında bu, yazarın eserin ilk cümlesinden son cümlesine kadar okuyucunun dikkatini aynı düşünce ve duygu gerilimi içinde tutabilme becerisi değil mi?



Edibin güzel öykülerinden biri olan Haftanın Beşinci Günü şöyle başlıyor: “Gece yarısı. Bugün cuma. Yoğun bir sis çökmüş, etraf seçilemiyor. Kar, çıplak çayırı süt gibi beyazlatmış. Yabancı birinin avula yaklaştığını hisseden köpekler havlamaya başlar. O, soğuktan morarmış yumruklarını ağzına götürüp ısıtmaya çalışır. Cezaevinden çıktığından beri huzursuz. İçin için titriyor, bir kez bile doyasıya yemek yemedi. Açın açın geziyor. İki hafta boyunca şehirde dolaştı ve hapishanede yaşamadığı acıları gördü. Tek bir tanıdığa, kendisine dönüp bakacak birine rastlamadı. Dilenmeye tahammülü olmadığı için rastgele birinden para ya da herhangi bir şey istemeye dayanamaz. Hırsızlık yapıp karın doyurması onun için daha iyi.  Eski alışkanlığına dönüp tenhada birini soyarsa kimse bir şey söyler miydi? Herkes kendi derdinde. Önemlisi yakayı ele vermemek. Ama yakalanırsa yanar. Bu nedenle çalmaya cesaret edemez. Gözlerde ırakta dolaşır. Şehirde iyi bir barınak bulmak zordur. Dün geceyi tren istasyonunda geçirdi. Ama burada uzun süre kalamaz. Uzun zamandır jilet görmemiş sakalı ve bıyığı dallanmış, kirli dişleri sararmış, yıkanmadığı için sanki içinde köpek ölmüş gibi çok kötü kokuyor...” Çaresiz durumda kalan kahramanın bundan sonraki akıbeti ne olacak? Hapisten çıkan bir insan hayatta doğru yolu bulabilir mi? Ya da mahkumiyetten daha kötüsü, imkansız koşullar onu tekrar hapishaneye mi götürecek? Yazar, aklına bu tür sorular gelen okuyucuyu peşine takar. Bakın görün ki, hikâye tamamen farklı bir yön çizerek beklenmedik karakter  sahneye çıkar. Sultan Rayev’in sanatını gözlemlerken yarattığı edebi mekanın genişliği ve çeşitliliğinden hayrete düşer insan. Eserlerindeki olaylar ve yorumlar birbirini tekrarlamıyor ama onları birleştiren bir nokta var; ideolojik-sanatsal hedefin netliği, felsefi ruhun derinliği. Yazarın 2015 yılında Londra’da Rusça olarak yayımlanan Kara (Ceza) adlı romanı bu özellikleriyle dikkat çekmektedir. Eser, Orta Asya PEN-club da dahil olmak üzere birçok uluslararası sanat kuruluşu tarafından “yılın en iyi romanı” olarak tanındı ve yüksek ödül kazandı. Yirmi yıllık özenli bir çalışmanın sonucu olan bu roman, mistik-felsefi üslubu ve karakterlerin iç deneyimlerinin olağanüstü derin tasviriyle yazarın sanatsal beceri açısından bir üst seviyeye çıktığını gösterdi. Romanın konusu bir psikiyatri hastanesinden kaçan yedi hastanın deneyimlerine dayanmaktadır. Onlar Kutsal Mekan’ı bulmak ve böylece günahlarından arınmak için çölde zorlu bir yolculuğa çıkarlar. Edip, bu insanların acı, hüzün, güçlük ve kayıplarla dolu kaderini, çelişkili karakterlerini soğuk bir dürüstlükle anlatır.  Hastaların bir kısmı Kutsal Mekan’ın kalplerinin, zihinlerinin ve düşüncelerinin arındığı bir yer olduğunun farkına varırken, bir kısmı da akıl ve bilinçlerinden tamamen kopar, gerçeğin ne olduğunu sonuna kadar anlayamazlar. Eserin kahramanları doğası gereği son derece çeşitlidir, ancak hepsini Kutsal Mekan’a giden yol ve bir yılan ısırığı sonucu ölümle buluşma ile ilgili korkunç bir kehanet birleştirir. Yazar, doğru yolu kaybetmiş bu başıboş insanların ne kadar ciddi eylemlerde bulunarak dibe düştüklerini açıkça gösterir, aynı zamanda, onlara karşı kalplerimizde bir çeşit acıma ve şefkat uyandırmayı da başarır. Adip; ruhun ebediliği, ilahi azap, kıyamet gününde soru-cevabın kaçınılmazlığı, insanın özünde vücut bulan rahmani ve şeytani duygular, melekler ve yıkıcı güçler arasındaki mücadele konularında derin bir sanatsal gözlem yapar. Yazar, akıl hastanesinden kaçan hastalara İmparator, Tais Afinskî, Kleopatra, Lir, Cengizhan, Büyük Aleksandr olarak adlandırır. Daha genç olan yedinci hastaya Kuzucuk adını verir. Böylece romanın karakterleri ile onlar için temel olan tarihi şahsiyetlerin geçmişlerini ve günahlarını karşılaştırırlar. Tarihsel olayların doğru tasviri, mistisizmi gerçek olaylara dönüştürür. Yazar, Kutsal Yer'e giden yolda karmaşık denemeler yaparak karakterlere önemli ipuçları veriyor gibi görünüyor. Ama herkes onları anlamıyor. Sadece “Allah sizler için cehennemi yaratmadı, onu siz kendiniz yarattınız”, “İnsan olduğunuzu unuttunuz”, “İnsanın Hakk’ı bildiği, tanıdığı her yer Kutsal Mekan’dır”, “Ruh meselesi ebedidir” gibi hayat hikmetlerini idrak eden kişi kurtulur. Eseri okurken yazarın tahayyül semalarında özgürce kanat çırptığını, alışık olduğumuz sapkınlık, hurafe ve ikiyüzlülüklerle dolu ortamı nefretle reddettiğini, yükseldiği manevi zirveden ince, narin insani duyguları anlatırken eski kalıp ve kriterlerden tamamen uzaklaştığını müşahade ederiz. Kahramanlarla birlikte zaman ve mekanın genişliğinde, bilinç katmanlarında hareket etmeye başlarız. Bu esnada insan kalbinin güzel ve saf olabileceğine, dünyayı sevgi ve merhametin yönetmesi gerektiğine kanaat getiririz.  inanırız. Sultan Rayev, medyaya verdiği röportajlardan birinde Ceza romanının dünyaya karşı tutumunun sanatsal bir yansıması olduğunu belirtmişti. Yazar: “Kıyamet günü, ahlâk terazisinin son ölçüsüdür. Geriye dönme fırsatı elden gitmiştir ve sonrasında sadece bir yaşam ve ölüm uçurumu vardır... Romanım manevi yıkımın bu noktasını konu almıştır.” diye vurgular. Bununla yazar sanki Cengiz Aytmatov’un “İnsanları insanlık statüsüne döndürmek günümüzün en önemli ve belirleyici görevidir.” hikmetini yeni bir yorumla devam ettirmiştir. Hem biçim hem de içerik bakımından güzel olan bu eser, roman-rivayet özelliklerini anımsatmaktadır. İçinde Batı ve Doğu’nun eşsiz felsefi ve dini öğretileri ile Budizm’in fikirleri yan yana, uyumlu bir şekilde sunulur. Örneğin kitabın sonunda Kleopatra ve Kuzucuk yabancı bir dervişle tanışırlar. Yaşlı adam, yarın yeryüzünde hayatın sona ereceğini söyleyerek onlara iki fidan verir ve gevşek toprağa dikilmelerini söyler. Bu sembolik kare bize İslam kaynaklarında gelen şu hikmetli çağrıyı hatırlatır: “Yarın Kıyamet dedikleri gün de bir fidan dikin.” Roman, okuyucunun yüreğinde kalıcı izlenimler bırakır, zihni insanlığın özüne dair acı verici düşüncelerle dolar. Yazarın Tufan adlı eseri de “temsili bir roman” olarak sunulmaktadır. Roman, iki yıl önce İsveç’in Stockholm kentinde düzenlenen uluslararası sanat yarışmasında iki yüzden fazla sanat eseri arasında birinciliğe layık görüldü. Her ne kadar romanın adı Tufan olsa da, bana öyle geliyor ki, ona Tufandan Sonra demek içerik olarak daha doğru ve daha derin olur. Eserdeki olaylar hayali, korkunç bir yer ve zamanda geçer. Öyle ki “...dünyanın kendi kanunlarıyla yaşadığı, erkeğin erkekle evlenip, kadının kadınla birlikte olduğu, böyle bir evliliğe yol verildiği, sadece insanın değil dünyanın da tamemen kirlenerek imanın kaybolduğu, insanın kulluk görevini tamamen unuttuğu bir dönem gelmişti...” Evrenin dengesini bozan sahneler ne kadar tanıdık, aynı zamanda itici ve korkutucu değil mi? Romanda sadece beş karakter vardır: yapay insan yaratma enstitüsünün profesörü Yan Velmut (o da ölü), eski rahip Khe, onun karısı, genetik mühendisi Man, bu kadının yapay embriyonundan doğan oğlu Etih ve Khe ile Man’ın evliliğinden doğan kız Duna. Yazar, Dünya'daki korkunç tufandan mucizevi bir şekilde kurtulan Khe, Man, Etih ve Duna’nın küçük bir adadaki yaşamlarını, ahlakın çürümesinin insanlığın çürümesine eşit olduğunu son derece acımasız, bazen de natüralist gerçekçilikle ortaya koyar. Tanrı’yı ​​unutan, yapay bir insan yaratan ve eski dünyayı yıkıma mahkum eden şeytani güçler, Khe’yi inancından vazgeçirmeye zorlar. Ancak büyük inanç ve irade sahibi Khe, “Tıpkı bir lambanın ateş olmadan yanmaması gibi, insan da Tanrı olmadan yaşayamaz” diye inanınır. Yazarın sonsuz bir üzüntüyle yazdığı gibi, “O gün, yeryüzündeki son dindar kişinin asılması gerekiyordu.” O zaman tüm kutsal kitaplar aracılığıyla insanlığa gönderilen uyarı zili çalar ve ilahi hüküm devreye girer, dünya tufanla kaplanır ve tüm varlık suya gark olur. Su felaketinden yalnızca bu küçük aile sağ kurtulur ama sonraki hayatları acı ve sefaletle doludur. Yazar onların ne yediklerini, ne içtiklerini, ne giydiklerini, kısacası maddi hayatlarını nasıl geçirdiklerini bize pek anlatmaz. Onun zihnini bambaşka bir mesele, temel bir manevi problem meşgul etmiştir. Tufandan önce “öteki dünyada” yaşayan, ahlakın ve insanlığın ne olduğunu anlayan Khe ve Man’den farklı olarak, yapay bir embriyo olan Etih ve buraya bir buçuk yaşında gelen Duna insan duygularından ve hislerinden yoksun vahşi hayvanlar gibi büyür. Temel içgüdülerin kölesi olan bu iki kişinin yaptıklarını anlatan sayfaları okurken, etleriniz istemsiz olarak nefret ve dehşetle sızlar. Bu tür manevi acılara ilk katlanamayan Man olur; tıpkı Beyaz Gemi’deki masum çocuk gibi “ölümüyle kendini yenmek amacıyla Büyük Su’da boğulur.” Hikâyenin sonunda çocuklarına Tanrı’yı tanıtmayı başaramayan, bu yöndeki tüm çabaları boşa çıkan talihsiz Khe’yi evlatlık oğlu Etih ve öz kızı Duna kendi elleriyle İsa gibi çarmıha gererek öldürürler... Bu korkunç durumu izleyen Etih ve Duna’dan doğan bir iblis şeklindeki Boynuzlu Çocuk, “son adamın Dünya’dan yok olacağına inanarak içten içe sevinir.” Roman sonsuz üzüntü ve acıyla doludur. İnsanın psikolojisini bozar. Fakat bu, katılaşmış kalpleri eriten, bozuk kalpleri temizleyen, kör gözleri açan parlak bir üzüntüdür. Tufan romanı, yazarın entelektüel ve eğitim dünyasının ne kadar yüksek olduğunu, dünya tarihi, edebiyat ve felsefe, mitoloji ve estetik, ideolojik ve dini öğretiler konusundaki anlayışının ne kadar geniş ve derin olduğunu, kozmogonik ölçeklerde düşünme gücüne sahip olduğunu açıkça ortaya koyar. Örnek verelim: “ İlk önce Tanrı Cennet’i ve Dünya’yı yarattı. Dünya tıpkı bu ada gibi ıssız ve çirkindi; sonsuz bir karanlık perdesiyle kaplıydı. Sonra Tanrı ışığı gönderdi ve ışık ortaya çıktı ve gündüzü geceden ayırdı. Sonra ilk gün doğdu. Suları birbirinden ayırmak için suların arasında bir hava boşluğu olacak şekilde böldü. Hava boşluğuna Gökyüzü adını verdi ve göğün altındaki suların bir araya toplanabileceği karayı yarattı. Ona Dünya dedi... Sonra Tanrı üçüncü gün... gündüze hükmetmek için Güneş’i yarattı, geceye hükmetmek için de Ay ve yıldızları yarattı...” “...Dünya kusursuz yaratıldı ve zamanlar zamanları kovaladı. Allah erkeği yalnız bırakmadı, onun kaburga kemiğinden bir kadın yarattı...” Başka bir örnek: “Haberde andak gelir: İzi ezze ve celle (Allah Tealâ) kamuğda aşnu (evvel) bir gevher yarattı. Ol gevherge heybet nazarı kıldı irse, ol gevher irdi. Bu boldi irse anda kezin (sonra) yeli yarattı. Su üze tüşti irse kur urdi, köpüklendi. Ol tütündek ağdı, ol tütündin kökni yarattı. Ol su Mevla Teala’nın heybetinden kaynab küyüklendi. Ol köpükden Kabe orniçe yer yarattı. Anda kezin kökni yaratğali tegdi. Ol yaratılan yeri Maşrık’tan Mağrib’e tegi yazıp keng-ü yarlıkadı (merhamet kıldı). Bu yerler ve kökler bir kat irdi, kudreti bilen kökni yerden ayırdı. Bu yetti su yer üzre yaratıldı ise türlenmedi (durmadı), irğanu başladı. Ani türlendirmek için tağlarni aning üze kazık kılıb yarattı. Yine izi ezze ve celle kamuğ âlemni altı künde yarattı. Haberde andağ kelur: Pazar günü gökleri yarattı. Pazartesi günü Ay, gündüz, yıldızları yarattı, felek içine koydu. Salı günü kuş ve böceği, melekleri yarattı. Çarşamba günü suları yarattı, yrüzgârları, bulutları çıkardı, ağaçları, bitkileri yarattı. Rızıkları üleştirdi. Perşembe günü uçmak (cennet), tamuğ (cehennem), rahmet ve azap meleklerini yarattı. Cuma günü dünyayı yarattı. Cumartesi günü hiçbir şey yaratmadı... Demişler ki: İnsan topraktan yaratıldı. Toprak durduğu yerde güzel oldu. Yine Havva etten (Âdem’in sol kaburgasından) yaratıldı. Et durdukça kokar. Bunnu için kadın yaşlanınca çirkin olur...” Hayret! Kırgız yazarı Sultan Rayev’in yazdıkları Türk dünyasının büyük ve unutulmaz edibi, Köhne Harezm evladı Nâsiriddin Rabguzî’nin satırları ile düşünce, ruh ve anlam bakımından ne kadar benzer! Bu güzel örnek, Özbek ve Kırgız halkının, tüm Türk halklarının tarihî kökeni, yaşam ve düşünce tarzı, kaderi ve geleceği ortak olduğunu gösterir. Halkımız kardeş Kırgız halkının Sağımbay Orazbakov, Sayakbay Karaliyev, Kalık Akiyev gibi Manas’çı-ozanları, Toktağul Satılganov, Toğalak Molda, Ali Tokambayev, Tügelbay Sıdıkbekov, Tölegen Kasımbekov, Murza Gaffarov gibi şair ve yazarları, Bolat Beyşenaliyev, Bolabek Şemşiyev, Süymenkul Çokmarov, Talamuş Akeyev, Mer Bayciyev gibi sinema ve tiyatro kişilerini iyi tanır. Dünyaca ünlü yazar Cengiz Aytmatov çoktan bizim yazarımız olmuştur. Sultan Rayev, ünlü seleflerinin çalışmalarını onurlu bir şekilde sürdüren bir insan ve sanatçıdır. Yazar, Güneş’in Tutulduğu Gün adlı kısa öyküsünü 1984-1985 yılları arasında 27 yaşındayken yazdı. Bu küçük eserde, insan evladının saf bir biçimde doğması, zihninin dolu olması, yaşlandıkça kalp dünyasının daralması psikolojik ve duygusal analize tabi tutulur. Hikayedeki Güneş hepimizin bildiği devasa gök lambası değil, kalbimizdeki güneştir. Güneş ışığı herkese eşit şekilde dokunuyor ama göğsümüzdeki Güneş herkese eşit mi, kalbimizi insanlarla eşit paylaşabiliyor muyuz?! Eserdeki kahramanlar örneğinde bu zor sorulara cevap aranır. Yazarın Tozlu Yol, Güneşin Tutulduğu Gün, Prensesin Gözyaşları, Haftanın Beşinci Günü, Taç, Canceze, Ceza, Tufan, Antistandart gibi kitaplarında yer alan eserleri hakkında uzun süre zevkle konuşulabilir. Ancak bu noktada siz değerli okurlarımızın okuma zevkini yaşaması için kendimizi sınırlandıracağız. Sultan Rayev aynı zamanda yetenekli bir oyun yazarı olarak da biliniyor. Yazarın Kadın, Prensesin Gözyaşları, Duvan, Barsbek, Kızlarcan Kızlar gibi dramaları dünyanın ünlü tiyatrolarında sahnelendi; Kırgızistan, İran, Almanya, Kazakistan, Özbekistan, Tataristan gibi ülkelerde düzenlenen tiyatro festivallerinde büyük ödülü kazandı. Geçtiğimiz günlerde Sultan Rayev’in Cengiz Aytmatov’un Gün Vardır Asra Bedel romanında geçen Naiman Ana’nın Hikayesi’nden uyarlanan Alık adlı draması Buhara bölgesinin müzikal drama tiyatrosunda başarıyla sahnelendi. Eserin tanıtımı bu yıl 17-19 Nisan tarihlerinde Buhara'da düzenlenen Türk Dili Konuşulan Ülkelerin Genç Sanatçıları Forumu çerçevesinde gerçekleştirildi ve izleyiciler tarafından büyük beğeni topladı. Yazar’ın dünya dramaturjisinin en iyi örneklerine derinlemesine hâkim olarak, eserlerini yeni bir biçim ve içerikte yazmaya, sanatsal ifadede koşulluluk ve sembolizm unsurlarından ustalıkla yararlanmaya çalıştığı kaydedilmelidir. Söz gelimi yazarın Suflör drama-romanı tek kişiden ibarettir. Kadın oyuncu aynı zamanda hem suflör hem ana karakteri canlandırır. Yazarın eserlerinden uyarlanan İkisi ve Şehir adlı filmleri de sinemaseverlerin gönlünde değerli bir yer edindi. Sultan Rayev, Kırgız halkının cesur oğlanı, ulusal kurtuluş hareketinin kahramanı Kurbancan Dadha’nın hayatına ve faaliyetini anlatan oyun ve ortaklıkta film senaryosu hazırlamıştır. Bu eserlerin izleyiciler tarafından coşkuyla karşılandığını belirtmek gerekir. Yaklaşık kırk sene önce, ünlü şairimiz Gafur Gulâm’ın Altay Kraliçesi adıyla meşhur tarihî denemesinden esinlenerek metanetli ninemiz hakkında Ne Kadar Tatlısın Hayat adlı bir öykü kaleme almıştım. Dolayısıyla Sovyet döneminde böylesine hassas bir konuyu ele almak ve onu gerçeğe uygun bir şekilde tasvir etmek için yazardan ne kadar büyük sorumluluk, en önemlisi, cesaret ve yiğitlik talep edildiğini kişisel deneyimlerimden biliyorum. Bugün ülkemiz Türk Devletleri Teşkilatı ve TÜRKSOY'un tam üyesi olarak onların faaliyetlerine katılmaktadır. Bu yapılarla işbirliğimiz hızla geliştikçe dünya görüşümüzün sınırlarını genişletiyor, kardeş milletlerin kültür ve sanatını, en iyi sanat eserlerini tanıyor, dünya çapında kültür ve estetik süreçlere aktif olarak katılıyoruz. Aynı zamanda Özbek-Kırgız halkları arasındaki dostluğun, karşılıklı kültürel ve insani bağlarımızın güçlenmesinden de hepimiz mutluyuz. Değerli kardeşimiz Sultan Rayev ile Taşkent ve Ankara, Bişkek ve Bakü, Astana ve Semerkant, Nevaî ve Aşkabat, Çolpanata ve İstanbul’da birçok kez buluştuk ve büyük Türk ailemizin manevi hayatı, geleceği ve yarın yerimize gelecek genç nesilleri tam olarak eğitme konusunu anlamlı ve tutkulu bir şekilde tartıştık ve bu tür diyalogları ve tartışmaları her zaman sabırsızlıkla bekliyoruz. Bazen isim ve soyadımıza atıfta bulunarak “Siz benim dedemsiniz” diyorum. “Öyle mi? O halde dinle sevgili torunum” diyor Sultan Rayev gülümseyerek ve yeni bir girişimi, yeni bir yaratıcı projeyi birlikte hayata geçirmeyi teklif ediyor. Bugüne kadar Sultan Rayev’in çok sayıda eseri ülkemiz süreli yayınlarında yayımlanarak okuyucuların ilgisini ve sevgisini kazandı. Sonunda, bu harika eserler Seçme Eserler adı altında tek kitap halinde yayımlanıyor. Eşsiz insani duyguları yüksek perdelerde anlatan, yeryüzünü, insan kalbini, kadim değerleri manevi tufan ve çöküşlerden kararlılıkla korumaya hizmet edecek bu kitabı, yüksek beğeni sahibi Özbek okurlarına sunmaktan mutluluk duyuyorum. Ünlü yazar Sultan Rayev, Özbekistan Yazarlar Birliği’nin fahri üyesidir. Bu nedenle sanat dünyası ve insani nitelikleriyle halkımızın çok yakını ve sevdiği bu büyük sanatçıyı kendi öz yazarımız olarak görüyor, dostumuza ve kardeşimize sağlık ve yeni sanatsal başarılar diliyoruz. Son olarak, kitapta yer alan eserleri büyük bir özveri ve ustalıkla Özbekçeye aktaran çevirmen kardeşlerimize, kitabı modern içerik ve güzel tasarımla süsleyen naşirlerimize ve bütün bu işlerde gayret gösteren Özbekistan Yazarlar Birliği’ne en içten şükranlarımızı sunmakla yükümlüyüz. 

Читайте на 123ru.net