World News in Turkish

Doğu’daki zaman ‘serbest gezen zaman’dır

Yirmili yaşlarımın sonlarına doğru zamanın nasıl da hızlandığını, gençliğin verimli vakitlerinin elimden adeta kapılarak deniz aşırılara fırlatıldığını düşündüğüm bir zaman dilimindeydim. Mesleğimin bana göre en güzel yanlarından biri beni, zihnimdeki sorulara; bu sorularla benden çok daha önce muhatap olmuş ve cevabını bulduğunda da gönüllüce herkesle paylaşmış insanlarla karşılaştırması. Geçtiğimiz günlerde işte tam da böyle bir etkinlikteydim. Gülhane Parkı’nın içerisinde bugün Ahmet Hamdi Tanpınar Edebiyat Müzesi Kütüphanesi olarak yaşatılan Alay Köşkü’de “Osmanlı saatçiliğinin piri” olarak bilinen Ahmet Eflâkî Dede’yi tanımak ve elbette onu günümüzün son mekanik saat tamircisi ve yazar Şule Gürbüz’den dinlemek için toplanmış bir küçük salon dolusu insan ile beraberdim. “Osmanlı saatçiliğinin piri” olarak bilinen Ahmet Eflâkî Dede, 1807 yılında Tekirdağ’da, bir Halveti şeyhinin oğlu olarak doğmuş. 18 yaşında İstanbul’a gelerek babasının arzusuyla Yenikapı Mevlevihanesi’ne yerleşmiş. Burada her biri bin bir gün süren iki çile doldurmuş. Bir yandan da dervişlerinin her birinin bir zanaatla meşgul olduğu Yenikapı Mevlavihanesi’ndeki hücresinde saat tamir etmiş.

Saatleri hem zanaat hem sanat eseri

“Ahmet Eflâkî Dede’nin saat merakının nereden geldiğini doğrusu bilmiyorum. Ama bir zanaat olarak, saat tamir eden Mevlevi saat ustaları var. Ahmet Eflâkî Dede de saat tamircisi olarak bu işi kendi kendine öğreniyor” diyen Şule Gürbüz, Eflâki Dede’nin 1847 yılına kadar burada kaldığını anlatıyor. Ustası olmadan öğrendiği bu zaaatta hayli ilerleyen Eflâkî Dede, 1851 yılında yaptığı özel bir saat ile I. Uluslararası Londra Sergisi’ne katılmak üzere İngiltere’ye gidiyor. Londra’dan sonra mesleki bilgi ve görgüsünü artırmak amacıyla Paris’e yollanan Eflâkî Dede, burada Paul Garnier’in fabrikasında çalışmaya başlıyor. Gürbüz, Ahmet Eflâkî Dede’nin buradaki fabrikada oldukça teçhizatlı bir şekilde çalışıldığını gördükten sonra ağlamaklı bir ifadeyle memleketine yazdığı mektubundan şunları paylaşıyor: “Orada iken benim bir günde yaptığım saat parçasını kimse bir haftada yapamazdı. Benim burada bir haftada yaptığımı bir saatte yapıyorlar.” Ayrıca bu mektupta gerekli 27 tane el aleti olduğundan bahsediyor. Bir liste hazırlayarak padişaha gönderilmesini istiyor. Aletler geldikten sonra iki yıl da Bireke fabrikasında çalışıyor ve İstanbul’a dönüyor. Saatçilikteki büyük parlamasını da İstanbul’a dönüşünde sağlıyor. Gürbüz, “İstanbul’a döndüğünde o çok harika saatlerini, bugün dahi mekanik saatte aşılması güç, iki dönüşün bir saniye ettiği saatini oluşturuyor. Mevlevî bir saatçi olması sebebiyle zaten tarikat terbiyesinden geçmiş. Sükût bulmuş, oturup susmayı, istememeyi bilmiş. Yaptığı saatler zanaat olarak da sanat olarak da çok yüksek eserler. Yaptığı on bir saatin ilk üç tanesi orta halli saatler ise yaklaşık yedi eseri şaheser seviyesindedir” diyor.

Zaman homojen bir kavram değildir

Ahmet Eflâkî Dede’nin yaptığı tüm saatlerde alaturka ve alafranga kadran aynı anda işliyor. Çünkü Batı, 19. yüzyılın başından itibaren alafranga saat kullanımını çok ciddi bir hegemonya olarak bizlere bastırsa da Doğu’nun, Müslümanların zaman algısı ile Batı’nın saati örtüşmüyor. “Müslüman toplumlara bakacak olursak; Osmanlı İmparatorluğu’ndaki ilk zaman ölçümleri mekanik olmayan ölçümlerdi. Bunlar; güneş saatleri, kum saatleri, usturlaplar gibi güneşi irtifa alarak hesaplanan yöntemlere dayanıyordu. Bu saatler, zamanı çok daha doğru ve incelikli bir şekilde ölçen aletlerdir. Çünkü gün 24 saat bir dakika 60 saniyedir hesabı, vaktin nakte tahvil edilmesiyle ortaya çıkmış” ifadelerine bulunan Gürbüz, “Batı için zaman bir anlamda -hatta bütün anlamlarıyla- ‘zaman organizasyonu’ demek. Günün herkes için aynı saatte başlaması, benzer işlerin yapılması, benzer şeylere zaman harcanması… Bunları kurmak Batı adına önemliydi” diyor ve sözlerini şöyle sürdürüyor: “Bizim saatlerimizde ise güneşin yeryüzüne olan irtifalarıyla ölçümlendirilen bir zaman algısı vardı. Bu da zamanı; sabah saatlerinde, ezan vaktinde çok daha uzunken öğleden sonra çok daha kısalan, güne homojen olarak yayılmayan bir hale getiriyor. Zaten zaman aslında homojen bir kavram değildir. Onu homojen etmek, biraz dünyevileştirmektir. Zaman, sadece ‘dünya zamanı’ olarak algılanınca evrenden koparılıp, dünyaya yapışık bir olgu haline getirildi. Böylelikle de insanın zamanla olan ilişkisi epeyce zedelendi. Oysa bizim eski zaman ölçüm aletlerimizde olan ilişkimizde ve muvakkithanelerde olan zaman ölçümlerinde çok daha insanla uyumlu bir ölçüyü görebilirsiniz.”

Zaman namaz vakitlerine göre belirlenirdi

Doğu’daki saat algısı, zaman zaman Osmanlı topraklarını ziyarete gelen seyyahların da ilgisini çekmiş. Seyahatnamelerinde Türklerin zamanı belirtirken, “takriben”, “sularında”, “raddelerinde” gibi ifadeler kullandığından bahsediliyor. Örneğin önemli toplantılar “bir sularında” yani öğle namazı sonrasına denk düşen bir vakitte yapılıyor. Günün seyri, namaz vakitlerine göre planlandığı için zamanı ölçme merkezleri olan muvakkithaneler de hemen camilerin yanı başına konumlanıyor. Muvakkitler zamanı ölçtükten sonra müezzine haber veriyor. Müezzin de ezanı o vakte göre okuyor. Sanayi toplumunda değilseniz, işçi-işveren ilişkileri yoksa vakti alafranga saatlerdeki gibi ölçmeye ihtiyaç olmadığını anlatan Gürbüz, “Osmanlı’da bu nedenle 18. yüzyıla kadar alafranga saatlerdeki gibi bir ölçüm yok. 18. yüzyıldan itibaren de cep saati, koyun-kuşak saati sadece bir aksesuar olarak kullanılmış. İlk mekanik saatler ise kule saatleri olarak II. Abdülhamid döneminde kuruluyor. 19. ve 20. yüzyılın başında yolcu tarifeleri, tren tarifeleri ve yolculuklarla ilgili bir takım zamanlar tablolarda alafranga saat olarak gösteriliyor. Bunun dışında zamanın doğru ölçülmesi sadece namaz vakitlerini, özel günleri doğru olarak belirlemek için yeterli” diyor. Batı’da ise saatlerin toplumsal yaşama çeki düzen vermek amacıyla önce meydanlara yerleştirildiğinden bahseden Gürbüz, “Dünyada 19. yüzyılın sonuna kadar yapılan tüm buluşlar aslında saatçiliğin kat ettiği aşamalardan sonra olmuştur. Batı, yaşantısını üretim üzerine, kendi dünyasını zenginleştirmek, daha canlı ve daha çok para kazanılan bir yer haline getirmek üzere kurmuştur. Batı’daki zaman ‘ne kadar zamanda ne yapabilirim’ olgusuyla değerlenmiş. Bizdeki Doğu’daki, zaman ise ‘serbest gezen zaman’dır. Serbest zaman insanın farkına varabildiği, kendiyle yüz yüze gelebildiği, kendini görebildiği zamandır” ifadelerinde bulunuyor.

Benden sonraya kalacak bir çırağım yok

II. Abdülhamid’in saraya saat ustası olarak Almanya’dan getirttiği Johann Meyer’in geleneğinden 4. kuşak mekanik saat ustası Recep Gürgen’in son çırağı Şule Gürbüz. Kendisinden sonraya kalacak bir çırak yetiştirmediğini söyleyen Gürbüz, “Aslında bana çırak olmak isteyen çok farklı yaşlarda hatta farklı mevkilerde insanlar oldu. Ama onlarda pek bu mesleğin kokusunu alamadım. Onlar sanki biraz işin sonunu şimdiden seyrediyor gibilerdi… Olurken ne olacağınızı bilmeden bir tünelin içine girmeniz gerekiyor. O tünelin içinden çıkıp çıkamayacağınızı bilmeden yürümeniz gerekiyor. Uzun vaktin, günlerin, mevsimlerin içerisinde hemhâl olduktan sonra size bir çiçek açtırması gerekiyor. Bana direkt ‘Ben saat tamircisi olmak istiyorum’ gibi gelince… Bu pek benim özlemini çektiği bir şey olmadı. Bir de insanla uğraşmak çok zor bir şey. Ben insanla uğraşamam. İnsanla uğraşmak aslında kendinden vazgeçmektir. Ustam beni yetiştirirken kendi hayatını büyük oranda terk etti.”

En azından bir muvakkithanenin kalmasını isterdim

Türkiye’deki mekanik saatçilerin tamamının muvakkit kökenli olduğundan bahseden Gürbüz, muvakkitlerin de tamamının fen tahsili yapmış kişiler olduğunun altını çiziyor: “Muvakkit olmak için ciddi sınavlardan geçildiğini biliyorum. Ayrıca muvakkithanelerde görev yapan muvakkitlerin hepsi aynı kalibrede değil. Bazı muvakkitler farklı. Yeni Camii’n, Emirgan’daki muvakkithanenin ve özel olarak Ayasofya’nın çok çok iyi muvakkitleri var. Çünkü iyi bir muvakkit vakti daha detaylı, daha hızlı okur. Yeni Camii’ndeki muvakkit de zamanı çok iyi okurmuş. Anadolu yakasından gelenlerin ilk muhatap oldukları muvakkithane orası. Herkes oraya bakarak saatini ayarlıyor. O yüzden de bir saatin doğruluğunda, ‘Yeni Camii’ye göre ayarlandı’ demek üstünlük sayılırmış.” 1925 senesine kadar İstanbul’da işlevine devam eden muvakkithanelerin yalnızca 29 tanesi günümüze ulaşmış. Bu muvakkithanelerin bazılarının çok güzel binalarda olduğundan bahseden Gürbüz, “Yeni Camii’n muvakkithanesi çok güzel, benim de çok sevdiğim bir yer. Ben bu yerlerden en azından bir tanesinin -müze olarak değil- yaşayan ve varlığını sürdüren bir şekilde kalmasını isterdim” diyor.

Saatçilik biraz içe kapanık bir meslek

Gürbüz, mekanik saat tamircisi olma serüvenini şöyle anlatıyor: “Ben nasıl saatçi oldum, bilmiyorum.Doğrusu ben aldığım felsefe ve sanat tarihi eğitimleriyle ne yapacağımı bilmiyordum. Ama bir şeyin beni bulacağını, onunla göz göze geldiğinizde onunla denklik kurabileceğimizi hissediyordum. Saraya araştırmacı olarak girdiğimde aslında kendime saklanacak bir yer arıyordum. Dolmabahçe Sarayı’ndaki saatlerin hepsinin bozuk olduğunu görünce içimden ‘Keşke şunları tamir edecek biri olsa’ diye geçirdim. Allah lütfetti ve bu dileğim gerçek oldu. Yöneticiler, beni Recep Gürgen Usta’ya emanet ettiler. O beni, kendi hayatından fedakarlık yaparak yetiştirdi.” Saatçiliğin biraz içe kapanık bir meslek olduğundan bahseden Gürbüz, “Çok çalışıp her manada az kazandıran dolayısıyla kendi miadını yavaş yavaş doldurmuş bir meslek” diyor. Ustası Recep Gürgen ile Dolmabahçe’deki saatçiliğinin ise çok zevkli olduğunu anlatan Gürgen, “Çünkü bir saatçinin ulaşabileceği en yüksek seviyedeki saatlerle ben hemhâl oldum. Hiç müşteriyle uğraşmadım, hiç para hesabı yapmadım” şeklinde dile getiriyor.

Sevdiğim birinin saatçi olmasını istemem

Batı’da mekanik saate dair her bir aksamın farklı kişiler tarafından yapılırken, Türk saatçiliğinde saati tek bir usta yapıyor. Böylece iş bir zanaatten çok bir sanat olarak görülüyor. Ustalarsa ömürlerinde ancak 2-3 saat yapabiliyor. Bugün Ahmet Eflâkî Dede’nin Dolmabahçe’de yer alan saatlerinden aynı zamanda tamiri Recep Gürgen ve Şule Gürbüz tarafından yapılan saatin yapımı tam 9 yıl sürmüş. Yine de Ahmet Eflâkî Dede, 11 saat yaparak en üretken usta olarak biliniyor. Kendi ustası Recep Gürgen’in tamir etmekten yeni bir saat oluturmaya pek vakti olmadığını ifade eden Gürbüz, “Saat tamirciliğinde çok hassas ve uzun çalışmak gerekiyor. Bir yandan dükkanların, atölyelerin kiraları, insanların baskıları var. Ben ustamı 27 senedir tanıyorum. Ustam güzel saatler yapabilirdi ama biz başkasının öldürdüklerini diriltmekle ömrümüzü geçirdik. Ustamın yaşantısını gördükten sonra başka sevdiğim, arkasından üzüleceğim birinin saatçi olmasını istemem” diyor.


Hem lezzetli hem de bol vitaminli: Sebze köfteleri

Читайте на 123ru.net