Murat Yalçın ‘Âdem’in yeryüzüne düşüşü’
ALİM KAHRAMAN
On iki kitabı var yayımlanmış Murat Yalçın’ın. Bunlardan yedisi öykü, üçü roman. Kurgular dışında iki “düzyazı” (“deneme”) kitabı daha var yazarın. Türlerin sınırlarını çok sıkı tutmamak lazım onun kitaplarını okurken; çünkü her türlü sınırlamayla başı hoş olmayan bir yazar var karşımızda. Deneme kategorisinde görünen Editöre-postalar (2013) da bir yönüyle “kurgu” bir kitaptır aslında. Romanları içinde sayılan Hafif Metro Günleri (1998) bir “anlatı”dır. Öykü ve romanları bu kitabın açılımı gibidir. Tüm kitaplarını okuduktan sonra tekrar dönerseniz, nüve halinde, sonraki kitaplarına ait, onlarca ipucu fark edersiniz oradaki metinlerin içinde.
Dayı Parçası (2020) adlı romanı hakkında daha önce bir yazı yazmıştım. (Türüne en fazla benzeyen kitabı bu Yalçın’ın). Bu kere son çıkan öykü kitabı Dalga Boyu (Eylül 2024) üzerine bir yazı düşünüyordum. Onu okurken nasılsa eski kitaplarına döndüm tekrar, Oralı Olmak (2020) hariç, tümünü bir kere daha okudum. Bir amaçla olmasına rağmen okurken çoğu zaman o amacımı unuttum. Yeni tatlar devşirdim yazdıklarından. Okuyucuya keşif duygusunu kaybettirmeyen bir yazar Murat Yalçın. Çetin, sarp bir tarafı var. Kaya yüzeylerinde yaşayan dağ keçilerinin çevikliğini istiyor sizden. En ufak bir dikkatsizlik kendinizi yerde bulmanıza sebep olabilir. Düz yolda yürümeyi sevenler başka yazarlar bulsunlar kendilerine.
PSİKOLOJİ EĞİTİMİ VE YAZARLIK
Murat Yalçın, Eğin’li bir ailenin çocuğu olarak 1970 yılında İstanbul’da doğmuş. Çocukluğunun ilk altı buçuk yılı, daha iki aylık bile olmadan döndükleri Eğin’de geçmiş. Eğin’in bir köyünde.. (İstanbul’dan gelecek olan babayı bekleyerek..) İlk, orta ve yüksek öğrenimini Suriçi’nde tamamlar yazar. “İÜEF Psikoloji bölümü mezunu”dur. Mezuniyet, uzatılmış bir öğrenciliğin ardından gelir. İlk öyküsü 1989’da, ilk kitabı 1995’te (Aşkımumya) yayımlanır.
Yazarlar, kurgu metinlerde (roman, öykü gibi) hayatı/yaşadıklarını kopya etmez. Yazılanlarda yaşamı aramak, modası geçmiş bir eleştirmen tutumu olarak görülüyor artık. Hayatla kurgunun ilişkisi için şu söylenebilir belki: Yaşanmışlıkların ulaştığı kıyılardan başlar kurgu, onun üzerine inşa edilir. [Murat Yalçın şöyle yazmış bu konuda: “Yaşadıklarımız yazılmasa da yazıya yarayabilir. Yazarların yaşadıklarını yazıya geçirdikleri sanılır (...) Ne yazı yaşama, ne yaşam yazıya geçebilir. Olsa olsa iç içe geçerler.” KK, s. 328]
Psikoloji bölümünü -o yıllardaki düşüncesiyle- ‘yazarlık için işime yarar’, diye seçtiğini söylüyor bir yerde Yalçın. (Öyle olsaydı en iyi yazarların hep psikoloji bölümü mezunları arasından çıkması gerekirdi herhalde!) Belki yaradığı yerler olmuştur [Fakültede öğrenciyken, Yalçın gibi, aynı safiyane duygularla o sıralar yeni çıkan Ayhan Songar’ın Psikiyatri kitabını almıştım okumak için. Okudukça moralim bozuldu. Kitapta anlatılan hangi ruhsal hastalığa baksam bende var olduğunu görüyordum. Devam edemedim; bir kenara attım.] Ancak eleştirmenin işine yarayacağı kesin. Psikoloji ilmine göre, kişiliği şekillendirecek tüm temel alımları altı-altı buçuk yaşına kadar tamamlarmış insan. Tükenmez bir hazinedir çocukluk.
“Bana Hikaye Anlatma...” başlıklı öyküsünün bir yerinde, “Toplumcu gerçekçi değil, acı gerçekçiyim” diye bir cümle geçiyor. Bence Yalçın’ın -sosyolojiyi değil de psikolojiyi seçmesi kadar- öykülerinin iç yapılanmasını da bu cümle üzerinden okumak mümkündür.
Yalçın’ın hayata uyanışının gerçekleştiği Eğin (Kemaliye) motifine de bir parça değinmek gerekir. Anadolu köy, kasaba ve şehirlerinin iç yaşantısı, folkloru, dili kendine özgü hazineler içerir. (Sabrın şekillendirdiği yüzler taşıyan, sağlam insan numunelerinin etrafında büyür çocuklar.) Eğin, tüm bu özellikleriyle belirginlik kazanmış, öne çıkmış bir küçük Anadolu kasabasıdır. Bu yönüyle de çocukluğu, öykülerinin gizli zenginliğidir Murat Yalçının. Bir folklorcu yok elbette karşımızda. Fakat o pencereden hayata bakanlara da söyleyecekleri vardır bu metinlerin.
KENDİNİ BÜTÜNLEME ÇABASI
Genel olarak birinci kişi ağzından anlatılan öyküler yazmış olan Murat Yalçın’ın tüm kitaplarını okuduktan sonra, bir iç portreye ulaştığımı sanıyorum. O portreye -yazarın kendisinden ayırarak- “öykü beni/öykü kişisi” diye ad vereceğim. Bir ayağı bir Anadolu köyünde, diğer ayağı İstanbul’da; zihni bu ikisi (Pera-mera) arasında gidip gelen, bu bakımdan köy ile İstanbul arasında mekik dokuyan kişimiz, birkaç hikaye hariç, diğerlerinde hep aynı “iç benlik”i yansıtmaktadır. O, ne kadar gayret gösterirse göstersin köy ve İstanbul’un iki ucunu bir araya getiremez. Bu yüzden kendini bütünlemeye (varoluşunu tamamlamaya), düze çıkarmaya çabalar durur. Baba motifi belirleyicidir öykü kişimiz açısından. Değişik yerlerde farklı mesleklerde (lokanta çalışanı, soba tuğlası yapımcısı, emekli imam), başka başka kılıklarda görünse de özde aynı babadır. Anneyi pencere önünde bekletendir o. Çocuğu özlemiyle yakıp kavuran... Anne açısından bakarsak, “Yarim İstanbul’u mesken mi tuttun” türküsüyle özdeşleşen, bir dönemin ortak bir yaşanmışlık durumu var sanki ortada. (Fakat ihtiyatlı konuşmam gerekiyor, bir noktadan sonra hikaye anlatmaya başlamış olabilirim. Murat Yalçın, “hikaye” anlatmaz öykülerinde. Kesitler, ayrıntılar sunar; durumlar yansıtır olsa olsa.) Çocucuğun henüz yüzünü görmediği baba kendisi yoktur ortada. Ona ait, onun İstanbul’dan getirdiği eşyalar vardır; bir battaniye mesela. Fakat çocuğun gözünde baba, tahta bir bavulda temsil bulur: “...babamın bırakıp gittiği kırmızı bir İstanbul sandığı...” “ışıl ışıl, metal aksamıyla aydınlatırdı içimi.” “Boy boy sandıkların arasında kibar ve sıkılgan, öylece severdim onu. (...) Babam bırakıp gitmişti. Burnumu dayayıp koklardım, ‘İstanbul’ diye mırıldanırdım belki, o sırada bir uğurböceği kanatlanırdı...” (İK, s. 19).
UZAKTAKİ BABA FİGÜRÜ
Dede ve babaanne diğer önemli kişilerdir “çocuk” için. Önceden sürüp gelen kadim hayatı yaşar onlar. İç bütünlüğüne sahip kişiliklerdir. Tertipli ve çalışkandırlar. Babaanne “zırhı pek”, bağımsız iş görme yetisine sahip, kerpetenle diş çekmek gibi el becerileri de bulunan bir kadındır.
Babanın “İstanbul” olması gibi amca da “Londra”dır. Oradan getirdiği hediyelerle girer öykülere. Nelerdir bunlar: Bir masa çakmağı, çocuğa getirdiği deri pantolon, “kavuniçi gemili tükenmez kalem” (bu kalem, bir öyküde, “sen gemisi kalemine tutsak düşmüş adam” imgesiyle çıkar karşımıza), “beyaz porselenden, kırmızı armalı, İngiliz parfüm şişesi”.. Bu eşyalar, küçük bir Anadolu köyünde hayata adımlar atmakta olan çocuk için bir ufuktur aynı zamanda.
Anlatıcı ben, “Amcam mektup yazdığım, babam hep uzak durduğum” diye söz eder, bu iki kişiden. (Kişimizin amcanın ölüm haberini aldığı, bu ölümle alt-üst olduğu anı da okuruz bir öyküde: “Caddeyi rayla bölen haber: ‘Amcan öldü’. Nerde. Nasıl.”) Artık çocukluktan çıkmış olmalı. Uzakta olan baba, uzaklaşılan babadır onun için. Sebebi açık değil. Babanın bazı hikayelerde anlatılan dışardaki içki alışkanlığından mı, yoksa bir hikayede geçen “yeni karısı” sözünden mi gitmek gerekiyor o sebebe ulaşmak için? Anne açısından bakarsak “Üvey baba Cemal” sözü de geçer bir başka hikayede.
“Yalnızlık”ı öyküler boyunca adeta tütüp duran anlatıcı kişimiz için asıl büyük problem, İstanbul’a geldikten sonra da yaz aylarında adeta “sürgün” edilircesine dede ve babaannenin yanına gönderilmesidir. Bu terk edilmişlik duygusunun çıktıları: İçte oluşan büyük bir buz dağı, etekler dolusu can sıkıntısı. Avunamayınca bu can sıkıntısı “şiddet”i doğurur (“Derenin kıyısına oturmuş kurbağayı ciletle kesip biçiyordu.”) Eğer psikolojiden devam edersek “arithomani” (“derslerde camdan geçen kuşları bile sayardım”) “trikotiloman”lık, tırnak yeme, ilk gençlikte “onanizm” eklenir buna. (İnsan düşünmeden edemiyor: Yazarımız çok mu yükleniyor acaba öykü benine).
Asıl dikkat çekici olan “sürgünlük”ün zamanla kişimizi ulaştırdığı “atılma”, “kabul edilmeme, dışlanma”dır (“Kovulduğu ülkeyi uzaktan seyreden eski bir kral hüznüyle”). O algı Âdem’in Cennet’ten “kovulma”sına varır en son. Anlatıcı kişi için “baba”dan uzaklaşma “Tanrı”dan uzaklaşmayla sonuçlanır.
Öykülerin iliğine işlemiş izleklerden biri cinsellik takıntısıysa diğeri de kirlenmişlik duygusunun türlü biçimlerde ortaya çıkışıdır kuşkusuz. (En başta öç alır gibi şöyle der Hafif Metro günlerinin anlatıcısı: “Kirli çamaşırlarımı üstünüze fırlatacağım.”) Suçluluk, korku, koku diye devam eder bunlar. Ayrı ayrı ele alınabilirler.
Murat Yalçın’ın bazı öykülerini okurken hep, bu metin başka bir dile nasıl çevrilir/çevrilebilir mi, sorusu geldi aklıma. Yazarın dili tasarrufu konusu başlı başına ele alınmalıdır. Kullandığı dili özgün kılan birçok yön bulunuyor. Mesela imgesel/metaforik kullanımları örneklendirmeden yazımı bitirmeyeyim hiç olmazsa. Ondaki sözcük oyunlarının birer zeka gösterisinden öte anlam oluşturucu işlevlere sahip olması gibi, kullandığı metaforlar da hiçbir zaman bir süs ögesi değildir metin içinde. Canlı, dinamik, özgün ve iç örgüye dahildirler: “Kalemi Gecenin mürekkebine daldırıyorum.”, “Mağaralar yorgun dağların esneyen ağızları”, “çizgili (demir parmaklıklı) kağıtlara..”, “Ağaçlar, gökyüzüne dikilmiş o süpürgeler...”.