Cumhuriyet Türkiyesi’nde bir mesele olarak laiklik
Yekta Şirin - Metin Yazarı
İsmail Kara, “Cumhuriyet Türkiyesi’nde bir mesele olarak İslam” adlı bir çalışma kaleme almıştı. Hocanın eserinin başlığında minik bir değişiklik yaptım. Yazımın başlığını bu şekilde belirlediğimi ifade ederek Milli Eğitim Bakanı Prof. Dr. Yusuf Tekin ismi etrafında yürütülen laiklik tartışmasına değinmek istiyorum. Bu tartışmada kaba genellemeler ve ezberlerle meseleye yaklaşanların laikliğin tartışılmasına dahi tahammül edemediği görüldü. Bu durum laikliğin halen bir problem olduğunu göstermesi açısından önemliydi. Ayrıca tartışma iki sorunu ortaya çıkardı: Birincisi, Türkiye’de farklı toplumsal kesimlerin henüz laikliğin tanımı ve uygulamasına ilişkin bir mutabakata varamamış olmasıydı. İkincisiyse, konunun ele alınış biçimiyle tam da post-truth çağının tezahürü olarak, kişisel duyguların gerçeğin önüne geçmesi oldu.
Yaşanan tartışmanın nasıl geliştiği göz önünde bulundurulduğunda gerçeklikle algılar arasındaki fark daha iyi anlaşılacaktır. Öncelikle kamuoyunda tartışmanın Bakan Yusuf Tekin tarafından başlatıldığına dair açıklamalar yer aldı. Medyanın bir kısmı televizyonda, sosyal medyada ve gazetelerde Yusuf Tekin’in başarısız bir bakan olduğunu, bu başarısızlığını kapatmak adına laiklik tartışmasını kasıtlı başlattığını, AK Parti kamuoyuna ideolojik mesajlar vererek kendi pozisyonunu güçlendirmek için bunu yaptığını söyledi. Hatta biraz daha ileri gidenler, Tekin’in görevden alınmamak, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın koruması altına girmek için kimlik tartışması başlattığını ileri sürdü. Gerçeğin yitirildiği post-truth çağında haliyle bu kurgunun çok sayıda alıcısı oldu. Kamuoyunu doğru bilgilendirme görevi olduğu varsayılan ancak siyasi muhalefete alan açmayı öncelikli vazifesi haline getiren gazeteciler bu kurguyla kamuoyunu yanılttılar. Çünkü bahsettiğimiz kesimlerin iddia ettiği gibi laiklik tartışmasını başlatan kişi Tekin değildi.
Aslında Tekin de 27 Kasım Çarşamba günü AK Parti Grup Toplantısı öncesinde yaptığı açıklamada “laiklik tartışmasını” kendisinin değil, 14 Kasım günü TBMM Plan Bütçe Komisyonu’nda CHP’li vekillerin başlattığını söylemişti. Ancak Tekin’in “durup dururken” böyle bir kavga başlattığı iddiasında bulunan, siyasi saiklerle hareket eden gazeteciler bu açıklamaya kulak vermedi. Erdemli davranıp hatalarını düzeltme gereği de duymadılar.
TARTIŞMAYI KİM BAŞLATTI?
Plan ve Bütçe Komisyonu’nda MEB’in konularının görüşüldüğü oturumda CHP Ordu Milletvekili Mustafa Adıgüzel, Tekin’e dönük ağır bir ithamda bulunarak, Tekin döneminde cemaatlerin okullarda cirit attığını iddia edip, tarikatçılıkla suçladı. Devamında ise, Tekin’e “karşı devrimin mimarı” yaftasında bulundu. Karşı devrim, Türkiye’de laik, kemalist cumhuriyete yönelik eleştirilerde bulunanlar için kullanılan bir suçlama. Kemalist Sol kamuoyunun “devrim” olarak kutladığı 27 Mayıs’ta darbeciler tarafından hukuksuz bir şekilde idam edilen Adnan Menderes için de “karşı devrimin mimarı” suçlaması yapılıyordu. Dolayısıyla Adıgüzel’in, Bakan Tekin’e antidemokratik bir imayı ihtiva eden suçlamada bulunması ve eylemini onaylamadığı birine karşı bu şekilde konuşma hakkını kendinde bulması ciddi bir soruna işaret etmektedir.
Yine CHP Denizli Milletvekili Şeref Arpacı da eğitim süreçlerinden uzak kalan çocukların Tekin’in sorumluluğunda olduğunu söyleyip, bu çocukların tarikat yurtlarında sömürüldüğünü iddia ederek, Tekin’i tarikatlara destek olmakla suçladı. Aynı komisyonda konuşan TİP Milletvekili Sera Kadıgil ise 2013 yılında öğrenci andının kaldırılmasından ötürü Tekin’i sorumlu tutan ve Tekin’in görev yaptığı dönemlerde tarikatlarla yakın ilişki içinde olduğuna dair hakaretler içeren bir konuşma yaptı. Görüldüğü üzere tartışmayı başlatan Milli Eğitim Bakanı Yusuf Tekin değil CHP’li ve TİP’li vekiller olmuştur.
HAKİKATİN TAHRİFİ
Lee Mcintyre, “Hakikat Sonrası” adlı eserinde, yorum farkıyla gerçeğin bilerek çarpıtılması arasındaki farkı şu şekilde açıklar; “Maksadımız birilerini, doğru olmadığını bildiğimiz bir şeye inandırmak için manipüle etmekse, gerçeklerin basit ‘yorumu’ndan öteye geçip tahrifata girişmişizdir artık.” Laiklik tartışmasını Tekin’in başlatmamasına karşın bazı gazetecilerin gerçeği hiçe sayarak çarpıtmaları tam da hakikatin tahrif edilmesinin bir örneğidir. Bu manipülasyona imza atan gazeteci ve siyasetçiler sözlerine inanacak bir grubun olduğundan şüphe duymamaktadırlar. Seslendikleri kamuoyunun sözlerinden dolayı kuşkuya kapılacağını düşünüyor olsaydılar bu kadar rahat hareket etmeleri beklenmezdi.
Fakat burada asıl üzerinde durulması gereken, muhalif gazetecilerin hitap ettikleri kamuoyunun kendilerine iletilen mesajları hiçbir şekilde sorgulama ihtiyacı duymadan kabul edileceğinden emin olmalarıdır. Mesajın doğru olup olmadığına bakılmaması, söylenen her şeyin hiç araştırmadan doğru olduğunun düşünülmesi muhalif kamuoyu açısından ciddi bir handikap olarak dikkat çekmektedir. Duygulara hitap eden mesajların herhangi bir süzgeçten geçirilmeden benimsenmesi irrasyonel bir tutumdur. Siyasi argüman olarak kullanılacak söylemin hakikate tercih edildiğini gösterir ki bu da muhalefetin inandırıcılığına gölge düşürür.
DIŞLAYICILIK SORUNU
Bakan Tekin tartışmasının gösterdiği bir diğer önemli nokta ise toplumun farklı kesimlerinin henüz laiklik üzerinde bir mutabakata varamamış olmasıdır. Osmanlı Modernleşmesi bağlamında da tartışılan laiklik, Cumhuriyetin ilanıyla birlikte devletin temel felsefesi haline gelmiştir. Yeni bir ulus oluşturma sürecinde dini yapıların ve ulemanın etkisini kısıtlamak, Batılılaşma hedefine ulaşmanın aracı olarak benimsenen laiklik 1937 yılında anayasada da yer aldı. Ancak laiklikle demokrasi yahut modernleşme arasında zorunlu bir ilişki varmış gibi algılanması da tartışmalı bir noktadır. Eğer laiklik demokrasinin bir gereği olsa dünyadaki laik ülkelerin hepsinin demokrasiyle yönetilmesi gerekirdi. Ancak laik ülkelerin tamamı için bugün bunu söylemek mümkün değil. Demokratik ilkelerin geçerliliği bir yana en temel insan hak ve hürriyetlerinin dahi gelişmediği Suriye, Irak, Tunus, Arnavutluk ve Mısır gibi ülkelerde çok erken dönemlerde laiklik ilkesi uygulanmaya başlamıştı. Fakat bu ülkelerde laikliğin demokratikleşmeye katkı sağladığı görülmedi.
Türkiye’de de Kemalist elitlerin tüm çabalarına ve zorlamalarına rağmen laikliğin özellikle nasıl uygulanacağına dair tartışmalar halen devam ediyor. Bununla ilgili birçok neden sayılabilir. Ancak Cumhuriyet elitlerinin din özgürlüğünü öncelemeyen Fransız tipi laikliği benimsemeleri öncelikli sebeplerin başında yer almaktadır. Fransız laikliği din ve inanç hürriyetini merkeze almadan Atilla Yayla’nın da ifade ettiği gibi “Dinin toplumdaki görünürlüğünü ve etkisini azaltmaya ve toplumu dinden uzaklaştırmaya çalışır.” Bu açıdan Türkiye’de uygulanmaya çalışılan ve tartışılamaz bir dogma gibi dayatılan laikliğin toplumsal dirençle karşılaşması kaçınılmaz hale gelmektedir. Oysa din ve inanç hürriyetini temel alan daha özgürlükçü bir laiklik Türkiye’de tercih edilmiş olsaydı problemler erken dönemde çözülebilirdi.
İNANÇ ÖZGÜRLÜĞÜNE PRANGA VURMAK İSTİYORLAR
Kemal Karpat da laikliğin yol açtığı gerilime dair benzer bir değerlendirmede bulunarak uygulamadaki yanlışlığa dikkat çeker; “Gerçek laiklik, hiçbir zaman inanç hürriyetini, ibadeti kısıtlamaz. Kaldı ki Türkiye gibi, binlerce yıllık tarihi kökenleri olan, çeşitli medeniyetlerle temas ederek onlardan etkilenen, fakat tüm etkilere rağmen kimliğini ve özünü koruyan bir toplum tepeden inme emirle baskıyla değişmez.”
Milli Eğitim Bakanı Yusuf Tekin’in de, şahsını hedef alan suçlamaların ardından yaptığı açıklamalarda tam da bu noktaya dikkat çektiği görüldü. Laikliğin toplumun tüm farklı inançlar için bir teminat olması gerektiğini ifade ederek uygulamadaki yanlışlığı belirtti. Tekin, Batman’daki konuşmasında; “Sizin laiklikten anladığınız, camilerin kapısına kilit vurmak, camileri ahıra çevirmek, vatandaşın Kur’an-ı Kerim öğrenmesini yasaklamak. Siz bunları laikliğin gereği olarak yaptınız. O zaman sizin laiklikten anladığınız şeyle benim anladığım aynı değil. Ben laiklikten bütün vatandaşların, hangi dine inanırlarsa inansınlar, dini inanç ve hürriyetinin devlet garantisi altına alınmasını anlıyorum. Sen müslümanların inanç özgürlüğünün prangalar altına alınmasını, yasaklanmasını anlıyorsun. O zaman ikimizin laiklik anlayışı arasında kuşkusuz fark var.” demişti.
Aslında Tekin’in bu sözleri geçmişten günümüze yaşanan sorunun özeti niteliğindeydi. Kemalist kamuoyu bu sözleri bir saldırı olarak sunmayı tercih etti. Oysa burada bir saldırıdan ziyade durum tespiti yapılmakta, kriz alanları vurgulanmaktadır. Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nda yer alan, 85 milyonun yaşamını doğrudan ilgilendiren bir konunun ciddiyetle ele alınması Türkiye’ye zarar değil fayda sağlayacaktır. Bunun için çocuksu tepkilerden uzak durmak, sağlıklı bir iletişim kurmak gerekir. Konuşmayı engelleyen, konuşanı linç eden yaklaşımların Türk demokrasisine herhangi bir katkısı olamaz. Bölgesel ve küresel düzeydeki gelişmeler karşısında her geçen gün kapasitesini arttırmaya çalışan Türkiye’de CHP ve kemalist kamuoyunun da artık büyümesi ve daha olgun bir tavır takınması beklenir.
ÖZGÜRCE TARTIŞABİLMELİYİZ
Yasakçı ve konuşmayı engelleyen psikolojiden hızla uzaklaşılmalı. Ancak bu sayede Türkiye kendi sorunlarına çözüm üretebilir. Laikliği üzerine konuşulamayan bir tabu haline getirmenin kimseye faydası olmaz. 2008 yılında AK Parti hükümeti başörtü yasağını kaldırırken, Kemal Kılıçdaroğlu’nun da aralarında bulunduğu CHP’li vekiller laiklik adına Anayasa Mahkemesi’ne iptal başvurusunda bulunmuştu. Daha sonra 2023 başkanlık seçimleri öncesi, 3 Ekim 2022’de CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu dahi kendi sosyal medya hesabında bir video paylaşıp başörtüsü yasağıyla ilgili CHP’nin de yanlışları olduğunu belirten bir açıklama yapmıştı. Dolayısıyla bugün kemalist elitlerin sorunu yok sayması ortada bir sorun olmadığı anlamına gelmiyor. Yeri geldiğinde CHP Genel Başkanı da problemi kabul etmek zorunda kalıyor. Ancak bu kabulleniş kemalist elitlerin laikliği inanç hürriyeti olarak görmeye başladıkları şeklinde bir güvene dönüşmüyor. Bu güven ancak kemalistlerin laikliğin nasıl uygulanacağı yönünde açık konuşmalarıyla mümkün olabilir. Laiklik uygulamalarını tartışmadan sadece stratejik hamlelerle sorunun çözüleceğini düşünmek sadece bir paradoks değil aynı zamanda ciddi bir hatadır. Kılıçdaroğlu’nun açıklamasından kısa bir süre sonra CHP’nin laikliği yeniden yasakçılıkla yan yana getiren bir performans sergilemesi yapılan hatayı göstermektedir.
Tekin de konuşmasında laiklikle ilgili bir sorunu olmadığını ifade ederken uygulamadaki hataları belirtip özgürlükçü bir laiklik anlayışının gerekliliğini vurgulamıştı; “Ben evrensel laiklikten yanayım, sen Türkiye’ye özgü kendi icat ettiğin laiklik anlayışını bana dayatıyorsun. Kendi ideolojik bakış açılarını bize dayatmak isteyen birileri evrensel tanımlamalarla asla örtüşmeyen kavramları bize dayatıyorlar.” Tekin’in özellikle evrensellik vurgusu meselenin ciddiyetle tartışılmasına imkan sağlayan bir bakış açısını yansıtıyor.
Eğer Tekin’in belirttiği gibi laiklik tüm farklı inanç gruplarının din özgürlüğünü teminat altına alması şeklinde değerlendirilirse laiklik üzerinde bir uzlaşı sağlanabilir. Aksi durumda, dışlayıcı laikliğin Türkiye’nin sorunlarına cevap üretemeyeceği yaşanan süreçte görülmüştür. Kemalist sol bir paradigmadan üretilen ve kendi siyasi pozisyonlarını tahkim etmeye dönük bir laiklik anlayışının anti-demokratik yöntemlerle topluma dayatılması kabul görmemektedir. Laiklik devletin kurucu bir unsuru olarak anayasada yer almaya devam edecekse tüm inanç gruplarının özgürlüğünü adil bir şekilde temin edecek düzeyde bir anlayış geliştirilmelidir. Bunu sağlamanın yolu özgür bir ortamda sadece kulağa hoş gelen sözlerin değil en zıt fikirlerin dahi açıkça ifade edilmesinden geçer. Bazen konuşulanlar birilerini rahatsız edebilir. Ancak unutmamak gerekir ki özgür konuşma gelişmiş bir demokrasinin ön şartıdır. Hatta felsefi olarak insan varoluşunun en temel koşullarından biridir. Laiklik adına konuşmayı engellemek, konuşanı düşmanlaştırmak demokrasiye darbe vurmak olduğu gibi insanın özgürlüğünü de kısıtlamaktır.
Sykes-Picot’tan Google Maps’e: Orta Doğu’da harita savaşları