12 EYLÜL DARBESİ SÜRGÜNLERİ
12 Eylül, yani Türkiye'ye sürülen kara lekenin hafızalara kazınan tarihi.12 Eylül 1980;
Atatürkçülük adına, ülkenin açık ve kapalı cezaevine çevrildiği gün.
Atatürkçülük adına, ülkenin sağcı-solcu gençlerinin cezaevlerine doldurulduğu gün.
Atatürkçülük adına, "Eşitlik olsun diye bir sağdan, bir soldan astık" denildiği gün.
Ve Atatürkçülük adına, 17 yaşındaki Erdal Eren'in yaşı büyütülerek idam edildiği gün.650 bin kişinin gözaltına alındığı, 230 bin kişinin cunta mahkemesinde yargılandığı, 299 kişinin, cezaevlerinde ve 171 kişinin cunta mahkemesinde yargılandığı, 299 kişinin cezaevlerinde ve 171 kişinin işkencelerle öldürüldüğü, 14 kişinin açlık grevinde ölmesine göz yumulan, 50 kişiyi darağacında sallandıran, 375 kişiyi intihar etti denilerek katleden 12 Eylül cuntası yani.
Bir kuşak, bile isteye Sırat köprüsünün üzerinde yürütüldü .
Kimi itildi köprüden, kimi dayanamayıp atladı. Kimi ortasında kaldı köprünün ne ileri gidebildi ne de geri. Sağ salim geçenler ise ebedi yara aldı, kimi bedeninden, kimi ruhundan.
Bugünkü röportajımızda 12 Eylül darbesini yaşamış, yaşamakla kalmayıp biri Vatanından, bir diğer ise işinden sürgün edilmiş iki değerli konuğum var.
Merhaba. Sizi tanıtabilir miyiz?
Merhaba. 1959 Refahiye Bahasor köyünde doğdum. Çocukluğum İstanbul Çiftehavuzlar- Tozkoparan da geçti. İlk ve ortaöğrenimimi bu iki bölge de bitirdim.
12 Eylül sonrası Yüksek öğrenimimi yarıda keserek zorunlu yurt dışına çıktım.
Eylül 1983 de kaçak olarak Viyana'ya geldim. Mülteci talebinde bulundum. Teslim edilme korkusunu sürekli yaşadım.
Viyana üniversitesine kayıdımı yaptırdım.
Kısa bir süre devam ettim.
İlk kitap çalışmam 1995 yılında "Değişmeyen Gerçekler"
Yurt dışında yayınlandı.
İkinci kitabım "Ölümden Öte" 2010 yılında çıktı.
Avrupa'da Sürgün Mülteci Göçmen Halleri kitabım 2022 yılında çıktı.
UNUT TUK LARIMIZ Mayıs 2024
Ayrıca Özel bir gazetede 5 yıl köşe yazarlığı yaptım. Gazetemiz 2017 de kapatıldı.
Çeşitli sol-sosyalist sitelerde , Demokrat Forum, Avrupa Demokrat, birçok Ulusal ve yerli gazetelerde Devrimci 78'liler Federasyonu sitesinde araştırma inceleme ve makale yazılarım yayımlandı.
Türkiye Devrimci 78'liler Federasyonu ve Viyana 78'liler dernek yönetiminde görev aldım.
Avrupa Sürgünler Meclisi kuruluş çalışmasında Yönetim kurulunda görev aldım.
Dört yıl Özel bir Tv de Koordinatör olarak çalıştım.
32 yıl Viyana da 8 yıldan beri Almanya da yaşıyorum.
Bir kızım birde oğlum var. Kızım Pedagog, Oğlum Almanca ve Tarih öğretmeni Viyana da.
12 Eylül döneminde halka mal olmuş birçok sanatçı, aydın, yazar ve binlerce yurttaşımız, Kendi topraklarından kopartılarak sınır dışı edildiler. Kimi sorgusuz sualsiz ülkeden sürüldü, kimi yapılan baskılara daha fazla dayanamayıp başka bir ülke de mülteci olarak yaşamayı seçti.
Siz hangi gruptandınız ve neden siz?
Türkiye toplumunun bugün yüzleşmekten kaçındığı biri de 12 Eylül öncesi ve sonrası yaşanmış olan fiili iç savaş olgusu. İç savaşlar toplumların yaşadığı en derin yarılmalardır. Kutuplaşma toplumun düzey ve dikey olarak her parçasına yayılır. Bu kutuplaşma her köye kadar yayıldığı gibi, her kuruma da uzanmıştı. Ordu ve polis gücünde bile vardı.
İç savaş yoğunluğu aşırı sağcı partinin yarattığı şiddet kültürü ve tehditleri hakimdi.
12 Eylül faşist rejimi toplumsal bir rehavet havası yarattı.
İlk yılları çok sert geçti. İdam sehpaları kuruldu 51 kişi idam edildi işkence merkezlerinde yaşama hakkına kast ediliyordu. Sorgusuz sualsiz
Sokaklarda devrimciler, sendikacılar öğrenciler öldürülüyordu.
Evlerde sorgusuz sualsiz, sosyalistler devrimciler kurşuna diziliyordu, okullar, işyerleri sorgusuz sualsiz basılıp muhalif olanlar gözaltına alınıyordu.
Partiler, sendikalar , dernekler kapatılıyor, grevler yasaklanıyor.
Barış derneği kapatılıyor yöneticileri tutuklanıyordu.
12 Eylül rejiminin bu azgın terör ortamı sonucu muhalifleri mevcut duruma boyun eğmeye "rızaya" zorluyordu. Dolayısıyla 12 Eylül sonrası resmî rakamlara göre 29.500 ilerici, aydın solcu, devrimci zorunlu olarak sürgüne çıktı.
Ben de bu rakamın içindeyim.
Sol-sosyalist kimliğim sonucu zorunlu sürgüne çıktım.
Televizyonlarda , radyolarda ve gazetelerde adım geçiyordu, aranıyordum.
Sakin, gayet normal bir hayatınız varken Kendinizi bir anda sevdiklerinizden, ailenizden, dostlarınızdan uzak, dilini kültürünü insanlarını bilmediğiniz yabancı bir ülke de buldunuz.
Üstelik ben buraya alışamadım, canım sıkıldı annemi, babamı özledim gidip görüp döneyim deme şansınız da yok .Çünkü, Ülkenize giremiyorsunuz. Anlam veremediğiniz bir şekilde yasaklısınız.
O sancılı dönem nasıl geçti, ne gibi zorluklar yaşadınız?
Darbeden sonra İstanbul ’da aranmaya başladım. Öğrenciydim ve evime gidemiyordum. Günlerce inşaatlarda yattım. Babam kanser hastalığına yakalandı. Polis, hastaneyi ve evi sürekli izlediğinden kendisini ziyaret edemedim. Vefat ettiğinde cenazesine de katılamadım. Yurtdışına gitmek zorunda bırakıldım. Babamdan kalan miras hakkıma devlet 1987’de el koydu. Polis tarafından, ekip aracından çıkarılarak kurşuna dizilen ve daha sonra polisin ‘dur’ ihtarına uymadığı için öldürüldüğü söylenen İbrahim Özalp’le bir süre aynı evde saklandım. Daha sonra onlarca devrimci arkadaşımın öldüğü haberini gurbette aldım.
Sürgünlüğün, etnik ve inançsal arındırmanın ve tabii muhalif kırımın bu denli yaygın ve süreğen adeta bir "kader" olmasının arka planıyla irdelenmesi gereğine yönlendiriyor. Üstelik söz konusu bu "musibetin" sorgulanması 12 Eylül rejimi toplumu kendilerine benzetme , vicdansızlaştırma çabasının da süreğenlik karşı karşıyayız. İtiraz edeni, farklı olanı, çoğulculuğu ve demokrasiyi sevmeyen egemen gelenek, buna uygun bir ideoloji ve kültür inşasıyla kendine toplumsal bir meşruiyet üretiyor ve bunu başardığı gibi toplumu hak, özgürlük ve adalet isteyenlere karşı sürekli kışkırtıyordu.. Toplumun vicdan duygularını, topluma yabancılaştırdı.
Düşünsenize şöyle bir;
Bir insanın doğup büyüdüğü topraklardan zorla koparılıp çok farklı bir yerde, çok farklı bir kültürde yaşamını sürdürmesi nasıl bir duygu olabilir?
Sürgünlük- mültecilik hali , muhalif siyasal tercih ve nedenlerden de kaynaklansa, farklı bir yaşamın acı ve zorlukları yanında hasretlik , özlem , hayatta kalabilme gibi insanı duyguları da ortaya çıkarır.
Çoğu zaman "bir iki yıl içinde döneriz" diye düşünülen ancak uzun yıllar geçmesine rağmen bir türlü dönüşmeyen bir haldir sürgünlük.
Tabii ki bu halin sosyolojik ve psikolojik nedenleri var.
12 Eylül darbesi sonrasında İstanbul’dan ayrılmak bana çok zor geldi.
Sürgün mülteci olmayı uzun boylu düşündüm. Ama kısa sürede tekrar geri dönmeyi düşünerek. Ve sürgünü yaşadım. Siyasî bir sürgün olarak geldim yurt dışına. Sürgün günlerimin ilk ayları çaresizlik ve güçsüzlük duygusuyla geçti. Zorunlu gelme durumum söz konusu olsa bile geldiğimden dolayı kendimden utanıyordum.
Sürgünlüğün ilk yıllarında en ağır gelen bedel dinsizlik oldu. Maddi güçlüklere ve gıdım gıdım yaşamaya alışıyorsun.
İnsani değerler uğruna giriştiğim mücadelenin haklı ve onurlu bir mücadele olduğunu biliyor ve bunu başaracağımıza inanıyordum. Yaşam mücadelesinin zorluklarını bu uğurda göğüslüyordum. Ama dilsizlik başkaydı.
Hasreti uğruna mücadele ettiğin ana toprağından koparılış ve bilinmeyen bir yaşama mahkûmiyet , sonu gelmez bir özlem içermekteydi.
Dolayısıyla hasret ve özlemin peşine düşmüştüm. Yalnızlık duygusunun ağır perdesi, geçmişin düşleriyle doluyordu.
Gözler artık geride kalmış yoldaşların, arkadaşların, dostların, anne ve baba, kardeş, akrabaların geçmişiyle doluyordu.
Geçmişi bir türlü geçmiş yapmayan , onu sürekli canlı tutan bir duyguydu bu, adeta her şey unutmaya değil de akla getirmeye sebep oluyordu.
Kaçak bir işte sekiz saat ayakta durarak çalışıyordum. Tuvalete gitmek için , bir iş arkadaşı bulmadan makinenin başından ayrılamıyordum.
Beş buçuk yıl boyunca iltica talebinde bulundum kabul edilmedi. Dolayısıyla kaçak işlerde çalıştım hep.
İltica başvurum yıllar sonra kabul edildi. Ve yeni bir yaşam için, bulunduğum alanda yeni bir başlangıç oldu.
Vatansız vatandaş olma yıllarına adım attım. Bir süre sonra dünya sorunlarıyla ilgilenmeye ve gündelik uğraşlar içinde yaşama karışmaya başladım. İnsan bir süre sonra bulunduğu yere uyum sağlama ve var olma mücadelesi vermeye başlıyor. Oysa olan şuydu: ölümüne mücadele verdiğimiz sosyalizm uğruna , sürgünlere çıktığımız yerde köhne kapitalizm allanıp pullanıp karşımıza çıkmıştı.
Yeni dünya düzeni diye piyasaya sürülen kirli politikalar da yanımızda yöremizde hayatı kuşatmıştı.
Yaşadığınız zor zamanları ve sürgün konusunu kaleme alarak birden fazla kitap yazdınız, yazmaya da devam ediyorsunuz. Bu kitaplarınızla aslında mücadelenizin hala devam ettiğini söyleyebilir miyiz?
1990 sonrası araştırmalar, okumalar , incelemeler yapmaya başladım. Bulunduğum alanda sosyalistlerle görüşüyordum. Bildiriler, el ilanları ve afişler hazırlıyordum. Siyasal anlamda daha verimli daha üretken olmaya başladım.
Dolayısıyla yazmanın farkına vardım. Yazmaya başladım. Ve hâlâ bu çaba sürüyor.
Her genç gibi sizin de geleceğe dair planlarınız, yapmak istediğiniz bir meslek dalı ve hayalleriniz vardı. Ve muhtemelen bunların çoğu gerçekleşmedi. Zaman zaman bu hayalleriniz aklınıza düştüğünde ne hissediyorsunuz?
Baskı ve zulmün olduğu yerden, geleceğe dair bir şey planlamak olanaklı olmaz, olamaz.
Geleceğimizi güçlendirmenin yolu, mesleğimizi kurmanın yolu önce sevgiyle, sevgimizi kucaklamalıyız.
Sevgimizi güçlendirmeliyiz. Barış içinde bir arada yaşamalıyız.12 Eylül sonrası tahammülsüz olanların ve insanlıktan çıkmışların arasında yaşadık ve yaşıyoruz hâlâ.
Geleceğe dair bireysel planlar yapmak başka, toplumsal gerçeğimizle yaşadığımız yerde istediğimizi gerçekleştirmek planlar yapmak gerçekçi olmaz, olamaz.
Toplumsal sorunlarla ilgilenen, araştıran, okuyan, yazan çizen sorgulayan duyarlı insanların durumu ortada.
Türkiye de yaşananlara baktığımızda, somut durumun somut gerçeği ortada.Önce insan demeninÖnce doğa demeninÖnce hak hukuk adalet demenin planlarını örmedenİnsana, doğaya ve hayvana sevgiyi saygıyı ve de korumayı geliştirmeden,Vatan topraklarını emperyalist dış güçlerden korumak isteyen devrimcilere saldıranları teşhir etmeden,Sahtekarca vatana, bayrağa, millete sarılarak ülkenin yer altı ve yer üstünü satanlar ve talan edenler varsa; kaybedeceklerimiz daha çok olacaktır.
Dolayısıyla;
Kendime dair bir planım varsa o da toplumsal sorunlara duyarlılığımı daha fazla göstermek ve daha fazla mücadele etmek istiyorum.
Ayrımcılığa ve ırkçılığa karşı olduğumu
Ezilenlerin yanında olduğumun bilinmesini istiyorum.
Daha çok şarkılarda, kelamlarda
Halaylarda, horanlarda duygularımı yaşamak istiyorum.
Hissettiğim ve yaşadığım o güzel günleri,
Emperyalizme ve faşizme karşı haykırdığımız o sloganları,
Ve yitirdiğimiz yoldaşları unutmadım.
Sol yanımdan yana umudum bitmedi daha.
Sorduğunuz soruya dair o hayallerim ve o planlarım devam ediyor hâlâ.
Hayatın içinde olmanın planı
Hayatin içinde olmanın mesleği her şart altında iyiden güzelden yana olmak hali hissediyorum hâlâ. Aklımda hâlâ.
Meslek olarakÖğrendiklerim ve bildiklerim emekten yana olma halimdir. Sol yanımla varım, vardım, var olacağım.
Son olarak ne söylemek istersiniz?
Son olarak şunu söylemek istiyorum.
Dünya insanı olma duygu ve sorumluluğu kazanılmadığında gerçekten sürgün tam bir yıkım oluyor. Sürgünde geçmişi yeniden yaşayabilmek , buna olanak yaratabilmek asla mümkün olmayan bir şey. Geçmişi yeniden yaratmak da, sürekli geçmişi yaşamakta olmuyor.
Durmadan usanmadan, geçmişin paylaşımcı, dayanışmacı ortamını , güzelliğini yâd ederek tüketmenin gelişimle bir ilgisi yok.
Sürgün de yenilgi ve yıkımı ifade eden Her anlayış , değişimden uzak her duruş, bir mezarlıkta yavaş yavaş yitip gitmekten farksız...
Neler aldık
Neler verdik?
Çok kültürlülük, dünya vatandaşı olma, uyum, asimilasyon, kültürel zenginlik, çeşitlilik ve çoğulculuk.
Bütün bunları bir araya getirdiğimizde çok farklı çalışma ve projeler , belgeseller, kitaplar ortaya çıkacak.
Bizi bizden dinleyecek, doğrudan tanıyacak, " öteki" olmadığımızı , hele hele 'öteki" olarak kalmak istemediğimizi yüksek sesle söyleyeceğiz.
Bunun mücadelesinde olacağımı biliyorum.
Bu güzel sohbet için teşekkür ediyorum.
Sevgiyle kalın.
Merhaba. Kısaca sizi tanıyabilir miyiz?
Adım Mehmet Emin HAZAR. 1956 yılında Mardin’de doğdum. Emekli Öğretmenim.
12 Eylül döneminin abartılarak anlatıldığını, bunun bir şehir efsanesinden ibaret olduğunu düşünenler için tarihe ışık tutmak adına, kısaca o dönemi anlatır mısınız?
Acı bir varsayım!
Her şeyden önce, yaşanmışların adını doğru koymak gerekir.
12 Eylül, etkileri salt kent merkezleriyle sınırlı bir olay değildir. Aksine halkın tümünü etkileyen talihsiz bir trajedidir.
Yazılıp çizilenler tümüyle gerçektir. Hatta eksiktir diyebilirim.
Ancak, 1983’den sonra, maalesef bazı çevreler tarafından, siyaseten nemalanılan bir rant aracı olarak kullanılmaktadır.
Türkiye’nin anayasal demokratik işleyişine, silah zoruyla el konulmuş ve halkın tümünü etkilemiş, izleri silinmeyecek militarist bir darbedir.
Basit bir sağ-sol çatışmasıyla da, geçiştirilemez! Zira; “Bağımsız Türkiye! ve “Milliyetçi Türkiye!” diyen kesimler, ayırımsız baskılanıp cezaevlerine kondular.
Sorunuza, verilecek en iyi yanıt, Dünya Bankası Eski Başkanı Pawul Wolfovitz’; “Bizim Çocuklar!” Kenan Evren; “Olgunlaştırdık!” sözleridir.
Bir yıl kadar cezaevinde kaldığınızı biliyorum. Bu bir yıl içerisinde neler yaşandı orada? Ne tür işkencelere maruz kaldınız?
Üç evreli tutsaklığımı; sırasıyla 49 gün Mardin Veterinerlik Müdürlüğünün, zemini şoseli koyun ağılı, 5.Nolu Diyarbakır Askeri Cezaevi tecrit ve koğuşta, ağır moral ve maddi işkence ile meydan dayağı olarak özetleyebilirim.
Biraz da yaşadığınız sürgünlerden bahsedelim. Öğretmenlik yaptığınız şehirden, nereye ve hangi gerekçelerle sürüldünüz?
Sürgünden önce, 20 ay açık maaşlarım kasten ödenmedi.
Valilik üzerinden, hemen hemen her gün milli eğitimden görev ve açık maaşlarımı istedim.
Aylık duruşmalara katılmak dışında, Erzincan il sınırlarını terk etmem yasaktı!
Aynı durumda yaklaşık 50 kişinin daha olduğunu, MİT mensubu Milli Eğitim Müdür Yardımcısı ve 3. Ordu Komutanıyla beraber, yasaları çiğneyerek görevimizi ve üçte ikilik maaşlarımızı önlediklerini öğrenince, Milli Güvenlik Konseyine toplu dilekçe yazmamız üzerine, anılan komutan emekli edildi. O da bizleri, bir İlköğretim Müdür Yardımcısıyla beraber, Konya ilinin okullarına, nokta sürgünle cezalandırdı.
Fakat, sürgünüm oturma adreslerim, konaklama ve seyahatlerle, asayiş çevirmeleri, muhtarlık beyanları, kolluk fişlemeleri, yurt dışı yasağı ve silah ruhsatları konusunda, sözlü tartışmalarda 22 yıl sürdüğünü yaşayarak gördüm.
Anlatımlarınızdan Anladığım kadarıyla O dönem henüz mesleğinizin başında çiçeği burnunda bir öğretmendiniz. Cezaevi koşulları, işkenceler, sürülmeler, mesleğinizi ve sizi nasıl etkiledi?
Tinsel, bedensel ve maddi olarak olumsuz etkilendim. Ama hiçbir zaman kuramsal savımdan vazgeçmedim. Dik durdum, direndim. Özlük haklarım için mücadele ettim.
Böylesi korkunç günler yaşandı. Bugün arkanıza baktığınızda, her şey geride kaldı diyebiliyor musunuz?
Duyarsızlık yadsımadır. Geçmiş iyisiyle kötüsüyle yürek defterinde kayıtlıdır. Yaşam sürüyor. Aydın kin tutmaz. Geçmişi sorgulayıp, geleceği kurmak için çalışmalıyız. Ben her zaman önüme bakmayı tercih ediyorum.
12 Eylül döneminde yaşananları anlatan birçok kitap okudum. O dönemi bizzat yaşamış, türlü işkencelerden geçmiş bir çok kişiyle sohbet etme imkanı buldum. Konuştuklarımın içinde sağcısı da vardı solcusu da. Konuştuğum her iki grubun düşünceleri, fikirleri farklı olsa da, tek bir noktada hemfikirlerdi.
Ülke de büyük bir kaos yaşandığını, her gün sayısız gencin öldürüldüğünü, ülkenin büyük bir iç savaş içinde olduğunu dile getirdiler. Tüm bunları dinledikten sonra aklıma ister istemez şöyle bir soru takıldı.
12 Eylül de darbe yapılmamış olsaydı ne olacaktı? Bugün nasıl bir Türkiye de yaşıyor olacaktık?
En basit haliyle sorayım, Bugün bir Türkiye'miz olacak mıydı?
12 Eylül’ü yazanlar, sonuçsal içerikli acılar, baskı ve işkenceleri, sağ-sol olaylarını anlatıyorlar.
Oysa irdelenmesi gereken konular, çok partili süreçle başlayıp eğitime, kültüre, sağlığa, sosyal yaşama, ekonomiye, tam bağımsızlığa yönelik eylemlerle, 24 Ocak Kararlarını kapsayan geniş stratejiyi doğru okumak olmalıdır.
NATO’ya girildikten sonra, askerler soğuk savaş tehdidi gerekçesiyle, Amerikan nüfuz alanına girdi.
Üreten ekonomi işlevsizleştirildi. Cumhuriyet Treni raydan çıkarıldı.
1960’da önce askerler provoke edildi.
Adnan Menderes’i ve arkadaşları asıldı.
Sonra da, ölümleri üzerinden mağduriyet öne sürülüp, sağ siyasetin yolu açıldı.
AP, ANAP, DYP ve AKP’ye kadar uzanan, küresel sömürüye hizmet amaçlı iktidar sağlandı ki, sonuçları ortadadır!
Sağ-Sol çatışmaları, Amerikan ve İngiliz Muhipler derneklerinin, gizli sinsi çabalarıyla, düşünselden kutupsala yönlendirildi.
Özel Harp Dairesinin, kontra olaylarıyla tescilli silahlar kullanılmak suretiyle, aydınlar, Sağcı ve Solcu gençler, aynı silahlarla, faili meçhul şekilde katledildi.
Siyaset bunalıma sokuldu. İktidar ve muhalefet, koalisyonla darbeyi önleyebilirdi. Ama maalesef uzlaşılamadı.
Zaten istense de, darbe önlenemezdi diye düşünüyorum.
Zira sıkıyönetim, muhtıralar, artan olaylar ayak sesleri duyumsanıyordu.
Kenan Evren’in; “Zararsız Kuşak!” açıklamaları, 68-78 kuşak gençliğinin bilinçli yok edilişini ve sonrası için, siyasetin fidanlığı gençliği yaşam alanlarından çekme amacı taşıdığını, ardındaki kuşakların da, örgütlü cehalete teslim edilmesi projesinin parçası olduğu sonradan anlaşıldı.
Son sorunuzu şöyle yanıtlayayım. Siyasal krizin sürmesiyle Türkiye’ye hiçbir şey olmazdı. Zira sağcılar da, solcular da yurt sevgisi vardı. Öte yandan parlamento unsurları, deneyimleriyle 1973’de olduğu gibi, bir orta yolla sorun çözecek istence sahipti.
Son olarak ne söylemek istersiniz?
Dicle ve Devegeçidi’nde, başları büyüdüğü ve gözleri kızardığı için, rahmetli babam evimize on yıl balık sokmadı.
Devletin asırlık kaleleri fabrikalar kapatıldığı için, üretimsizlikten ekonomi çöktü. Dargelirlilerin ekmek, zeytin ve peynir gibi, temel gıdaları satın alacak gücü kalmadı. Halk enflasyon canavarına ezdirildi. TL yabancı paralara karşı değersizleşti. Kurumsal anayasa, yaftalı siyaset işbirliğiyle ihlal edildi. Militarist darbe, sivil darbe doğurdu.
Atatürkçülük adına, ülkenin açık ve kapalı cezaevine çevrildiği gün.
Atatürkçülük adına, ülkenin sağcı-solcu gençlerinin cezaevlerine doldurulduğu gün.
Atatürkçülük adına, "Eşitlik olsun diye bir sağdan, bir soldan astık" denildiği gün.
Ve Atatürkçülük adına, 17 yaşındaki Erdal Eren'in yaşı büyütülerek idam edildiği gün.650 bin kişinin gözaltına alındığı, 230 bin kişinin cunta mahkemesinde yargılandığı, 299 kişinin, cezaevlerinde ve 171 kişinin cunta mahkemesinde yargılandığı, 299 kişinin cezaevlerinde ve 171 kişinin işkencelerle öldürüldüğü, 14 kişinin açlık grevinde ölmesine göz yumulan, 50 kişiyi darağacında sallandıran, 375 kişiyi intihar etti denilerek katleden 12 Eylül cuntası yani.
Bir kuşak, bile isteye Sırat köprüsünün üzerinde yürütüldü .
Kimi itildi köprüden, kimi dayanamayıp atladı. Kimi ortasında kaldı köprünün ne ileri gidebildi ne de geri. Sağ salim geçenler ise ebedi yara aldı, kimi bedeninden, kimi ruhundan.
Bugünkü röportajımızda 12 Eylül darbesini yaşamış, yaşamakla kalmayıp biri Vatanından, bir diğer ise işinden sürgün edilmiş iki değerli konuğum var.
Merhaba. Sizi tanıtabilir miyiz?
Merhaba. 1959 Refahiye Bahasor köyünde doğdum. Çocukluğum İstanbul Çiftehavuzlar- Tozkoparan da geçti. İlk ve ortaöğrenimimi bu iki bölge de bitirdim.
12 Eylül sonrası Yüksek öğrenimimi yarıda keserek zorunlu yurt dışına çıktım.
Eylül 1983 de kaçak olarak Viyana'ya geldim. Mülteci talebinde bulundum. Teslim edilme korkusunu sürekli yaşadım.
Viyana üniversitesine kayıdımı yaptırdım.
Kısa bir süre devam ettim.
İlk kitap çalışmam 1995 yılında "Değişmeyen Gerçekler"
Yurt dışında yayınlandı.
İkinci kitabım "Ölümden Öte" 2010 yılında çıktı.
Avrupa'da Sürgün Mülteci Göçmen Halleri kitabım 2022 yılında çıktı.
UNUT TUK LARIMIZ Mayıs 2024
Ayrıca Özel bir gazetede 5 yıl köşe yazarlığı yaptım. Gazetemiz 2017 de kapatıldı.
Çeşitli sol-sosyalist sitelerde , Demokrat Forum, Avrupa Demokrat, birçok Ulusal ve yerli gazetelerde Devrimci 78'liler Federasyonu sitesinde araştırma inceleme ve makale yazılarım yayımlandı.
Türkiye Devrimci 78'liler Federasyonu ve Viyana 78'liler dernek yönetiminde görev aldım.
Avrupa Sürgünler Meclisi kuruluş çalışmasında Yönetim kurulunda görev aldım.
Dört yıl Özel bir Tv de Koordinatör olarak çalıştım.
32 yıl Viyana da 8 yıldan beri Almanya da yaşıyorum.
Bir kızım birde oğlum var. Kızım Pedagog, Oğlum Almanca ve Tarih öğretmeni Viyana da.
12 Eylül döneminde halka mal olmuş birçok sanatçı, aydın, yazar ve binlerce yurttaşımız, Kendi topraklarından kopartılarak sınır dışı edildiler. Kimi sorgusuz sualsiz ülkeden sürüldü, kimi yapılan baskılara daha fazla dayanamayıp başka bir ülke de mülteci olarak yaşamayı seçti.
Siz hangi gruptandınız ve neden siz?
Türkiye toplumunun bugün yüzleşmekten kaçındığı biri de 12 Eylül öncesi ve sonrası yaşanmış olan fiili iç savaş olgusu. İç savaşlar toplumların yaşadığı en derin yarılmalardır. Kutuplaşma toplumun düzey ve dikey olarak her parçasına yayılır. Bu kutuplaşma her köye kadar yayıldığı gibi, her kuruma da uzanmıştı. Ordu ve polis gücünde bile vardı.
İç savaş yoğunluğu aşırı sağcı partinin yarattığı şiddet kültürü ve tehditleri hakimdi.
12 Eylül faşist rejimi toplumsal bir rehavet havası yarattı.
İlk yılları çok sert geçti. İdam sehpaları kuruldu 51 kişi idam edildi işkence merkezlerinde yaşama hakkına kast ediliyordu. Sorgusuz sualsiz
Sokaklarda devrimciler, sendikacılar öğrenciler öldürülüyordu.
Evlerde sorgusuz sualsiz, sosyalistler devrimciler kurşuna diziliyordu, okullar, işyerleri sorgusuz sualsiz basılıp muhalif olanlar gözaltına alınıyordu.
Partiler, sendikalar , dernekler kapatılıyor, grevler yasaklanıyor.
Barış derneği kapatılıyor yöneticileri tutuklanıyordu.
12 Eylül rejiminin bu azgın terör ortamı sonucu muhalifleri mevcut duruma boyun eğmeye "rızaya" zorluyordu. Dolayısıyla 12 Eylül sonrası resmî rakamlara göre 29.500 ilerici, aydın solcu, devrimci zorunlu olarak sürgüne çıktı.
Ben de bu rakamın içindeyim.
Sol-sosyalist kimliğim sonucu zorunlu sürgüne çıktım.
Televizyonlarda , radyolarda ve gazetelerde adım geçiyordu, aranıyordum.
Sakin, gayet normal bir hayatınız varken Kendinizi bir anda sevdiklerinizden, ailenizden, dostlarınızdan uzak, dilini kültürünü insanlarını bilmediğiniz yabancı bir ülke de buldunuz.
Üstelik ben buraya alışamadım, canım sıkıldı annemi, babamı özledim gidip görüp döneyim deme şansınız da yok .Çünkü, Ülkenize giremiyorsunuz. Anlam veremediğiniz bir şekilde yasaklısınız.
O sancılı dönem nasıl geçti, ne gibi zorluklar yaşadınız?
Darbeden sonra İstanbul ’da aranmaya başladım. Öğrenciydim ve evime gidemiyordum. Günlerce inşaatlarda yattım. Babam kanser hastalığına yakalandı. Polis, hastaneyi ve evi sürekli izlediğinden kendisini ziyaret edemedim. Vefat ettiğinde cenazesine de katılamadım. Yurtdışına gitmek zorunda bırakıldım. Babamdan kalan miras hakkıma devlet 1987’de el koydu. Polis tarafından, ekip aracından çıkarılarak kurşuna dizilen ve daha sonra polisin ‘dur’ ihtarına uymadığı için öldürüldüğü söylenen İbrahim Özalp’le bir süre aynı evde saklandım. Daha sonra onlarca devrimci arkadaşımın öldüğü haberini gurbette aldım.
Sürgünlüğün, etnik ve inançsal arındırmanın ve tabii muhalif kırımın bu denli yaygın ve süreğen adeta bir "kader" olmasının arka planıyla irdelenmesi gereğine yönlendiriyor. Üstelik söz konusu bu "musibetin" sorgulanması 12 Eylül rejimi toplumu kendilerine benzetme , vicdansızlaştırma çabasının da süreğenlik karşı karşıyayız. İtiraz edeni, farklı olanı, çoğulculuğu ve demokrasiyi sevmeyen egemen gelenek, buna uygun bir ideoloji ve kültür inşasıyla kendine toplumsal bir meşruiyet üretiyor ve bunu başardığı gibi toplumu hak, özgürlük ve adalet isteyenlere karşı sürekli kışkırtıyordu.. Toplumun vicdan duygularını, topluma yabancılaştırdı.
Düşünsenize şöyle bir;
Bir insanın doğup büyüdüğü topraklardan zorla koparılıp çok farklı bir yerde, çok farklı bir kültürde yaşamını sürdürmesi nasıl bir duygu olabilir?
Sürgünlük- mültecilik hali , muhalif siyasal tercih ve nedenlerden de kaynaklansa, farklı bir yaşamın acı ve zorlukları yanında hasretlik , özlem , hayatta kalabilme gibi insanı duyguları da ortaya çıkarır.
Çoğu zaman "bir iki yıl içinde döneriz" diye düşünülen ancak uzun yıllar geçmesine rağmen bir türlü dönüşmeyen bir haldir sürgünlük.
Tabii ki bu halin sosyolojik ve psikolojik nedenleri var.
12 Eylül darbesi sonrasında İstanbul’dan ayrılmak bana çok zor geldi.
Sürgün mülteci olmayı uzun boylu düşündüm. Ama kısa sürede tekrar geri dönmeyi düşünerek. Ve sürgünü yaşadım. Siyasî bir sürgün olarak geldim yurt dışına. Sürgün günlerimin ilk ayları çaresizlik ve güçsüzlük duygusuyla geçti. Zorunlu gelme durumum söz konusu olsa bile geldiğimden dolayı kendimden utanıyordum.
Sürgünlüğün ilk yıllarında en ağır gelen bedel dinsizlik oldu. Maddi güçlüklere ve gıdım gıdım yaşamaya alışıyorsun.
İnsani değerler uğruna giriştiğim mücadelenin haklı ve onurlu bir mücadele olduğunu biliyor ve bunu başaracağımıza inanıyordum. Yaşam mücadelesinin zorluklarını bu uğurda göğüslüyordum. Ama dilsizlik başkaydı.
Hasreti uğruna mücadele ettiğin ana toprağından koparılış ve bilinmeyen bir yaşama mahkûmiyet , sonu gelmez bir özlem içermekteydi.
Dolayısıyla hasret ve özlemin peşine düşmüştüm. Yalnızlık duygusunun ağır perdesi, geçmişin düşleriyle doluyordu.
Gözler artık geride kalmış yoldaşların, arkadaşların, dostların, anne ve baba, kardeş, akrabaların geçmişiyle doluyordu.
Geçmişi bir türlü geçmiş yapmayan , onu sürekli canlı tutan bir duyguydu bu, adeta her şey unutmaya değil de akla getirmeye sebep oluyordu.
Kaçak bir işte sekiz saat ayakta durarak çalışıyordum. Tuvalete gitmek için , bir iş arkadaşı bulmadan makinenin başından ayrılamıyordum.
Beş buçuk yıl boyunca iltica talebinde bulundum kabul edilmedi. Dolayısıyla kaçak işlerde çalıştım hep.
İltica başvurum yıllar sonra kabul edildi. Ve yeni bir yaşam için, bulunduğum alanda yeni bir başlangıç oldu.
Vatansız vatandaş olma yıllarına adım attım. Bir süre sonra dünya sorunlarıyla ilgilenmeye ve gündelik uğraşlar içinde yaşama karışmaya başladım. İnsan bir süre sonra bulunduğu yere uyum sağlama ve var olma mücadelesi vermeye başlıyor. Oysa olan şuydu: ölümüne mücadele verdiğimiz sosyalizm uğruna , sürgünlere çıktığımız yerde köhne kapitalizm allanıp pullanıp karşımıza çıkmıştı.
Yeni dünya düzeni diye piyasaya sürülen kirli politikalar da yanımızda yöremizde hayatı kuşatmıştı.
Yaşadığınız zor zamanları ve sürgün konusunu kaleme alarak birden fazla kitap yazdınız, yazmaya da devam ediyorsunuz. Bu kitaplarınızla aslında mücadelenizin hala devam ettiğini söyleyebilir miyiz?
1990 sonrası araştırmalar, okumalar , incelemeler yapmaya başladım. Bulunduğum alanda sosyalistlerle görüşüyordum. Bildiriler, el ilanları ve afişler hazırlıyordum. Siyasal anlamda daha verimli daha üretken olmaya başladım.
Dolayısıyla yazmanın farkına vardım. Yazmaya başladım. Ve hâlâ bu çaba sürüyor.
Her genç gibi sizin de geleceğe dair planlarınız, yapmak istediğiniz bir meslek dalı ve hayalleriniz vardı. Ve muhtemelen bunların çoğu gerçekleşmedi. Zaman zaman bu hayalleriniz aklınıza düştüğünde ne hissediyorsunuz?
Baskı ve zulmün olduğu yerden, geleceğe dair bir şey planlamak olanaklı olmaz, olamaz.
Geleceğimizi güçlendirmenin yolu, mesleğimizi kurmanın yolu önce sevgiyle, sevgimizi kucaklamalıyız.
Sevgimizi güçlendirmeliyiz. Barış içinde bir arada yaşamalıyız.12 Eylül sonrası tahammülsüz olanların ve insanlıktan çıkmışların arasında yaşadık ve yaşıyoruz hâlâ.
Geleceğe dair bireysel planlar yapmak başka, toplumsal gerçeğimizle yaşadığımız yerde istediğimizi gerçekleştirmek planlar yapmak gerçekçi olmaz, olamaz.
Toplumsal sorunlarla ilgilenen, araştıran, okuyan, yazan çizen sorgulayan duyarlı insanların durumu ortada.
Türkiye de yaşananlara baktığımızda, somut durumun somut gerçeği ortada.Önce insan demeninÖnce doğa demeninÖnce hak hukuk adalet demenin planlarını örmedenİnsana, doğaya ve hayvana sevgiyi saygıyı ve de korumayı geliştirmeden,Vatan topraklarını emperyalist dış güçlerden korumak isteyen devrimcilere saldıranları teşhir etmeden,Sahtekarca vatana, bayrağa, millete sarılarak ülkenin yer altı ve yer üstünü satanlar ve talan edenler varsa; kaybedeceklerimiz daha çok olacaktır.
Dolayısıyla;
Kendime dair bir planım varsa o da toplumsal sorunlara duyarlılığımı daha fazla göstermek ve daha fazla mücadele etmek istiyorum.
Ayrımcılığa ve ırkçılığa karşı olduğumu
Ezilenlerin yanında olduğumun bilinmesini istiyorum.
Daha çok şarkılarda, kelamlarda
Halaylarda, horanlarda duygularımı yaşamak istiyorum.
Hissettiğim ve yaşadığım o güzel günleri,
Emperyalizme ve faşizme karşı haykırdığımız o sloganları,
Ve yitirdiğimiz yoldaşları unutmadım.
Sol yanımdan yana umudum bitmedi daha.
Sorduğunuz soruya dair o hayallerim ve o planlarım devam ediyor hâlâ.
Hayatın içinde olmanın planı
Hayatin içinde olmanın mesleği her şart altında iyiden güzelden yana olmak hali hissediyorum hâlâ. Aklımda hâlâ.
Meslek olarakÖğrendiklerim ve bildiklerim emekten yana olma halimdir. Sol yanımla varım, vardım, var olacağım.
Son olarak ne söylemek istersiniz?
Son olarak şunu söylemek istiyorum.
Dünya insanı olma duygu ve sorumluluğu kazanılmadığında gerçekten sürgün tam bir yıkım oluyor. Sürgünde geçmişi yeniden yaşayabilmek , buna olanak yaratabilmek asla mümkün olmayan bir şey. Geçmişi yeniden yaratmak da, sürekli geçmişi yaşamakta olmuyor.
Durmadan usanmadan, geçmişin paylaşımcı, dayanışmacı ortamını , güzelliğini yâd ederek tüketmenin gelişimle bir ilgisi yok.
Sürgün de yenilgi ve yıkımı ifade eden Her anlayış , değişimden uzak her duruş, bir mezarlıkta yavaş yavaş yitip gitmekten farksız...
Neler aldık
Neler verdik?
Çok kültürlülük, dünya vatandaşı olma, uyum, asimilasyon, kültürel zenginlik, çeşitlilik ve çoğulculuk.
Bütün bunları bir araya getirdiğimizde çok farklı çalışma ve projeler , belgeseller, kitaplar ortaya çıkacak.
Bizi bizden dinleyecek, doğrudan tanıyacak, " öteki" olmadığımızı , hele hele 'öteki" olarak kalmak istemediğimizi yüksek sesle söyleyeceğiz.
Bunun mücadelesinde olacağımı biliyorum.
Bu güzel sohbet için teşekkür ediyorum.
Sevgiyle kalın.
Merhaba. Kısaca sizi tanıyabilir miyiz?
Adım Mehmet Emin HAZAR. 1956 yılında Mardin’de doğdum. Emekli Öğretmenim.
12 Eylül döneminin abartılarak anlatıldığını, bunun bir şehir efsanesinden ibaret olduğunu düşünenler için tarihe ışık tutmak adına, kısaca o dönemi anlatır mısınız?
Acı bir varsayım!
Her şeyden önce, yaşanmışların adını doğru koymak gerekir.
12 Eylül, etkileri salt kent merkezleriyle sınırlı bir olay değildir. Aksine halkın tümünü etkileyen talihsiz bir trajedidir.
Yazılıp çizilenler tümüyle gerçektir. Hatta eksiktir diyebilirim.
Ancak, 1983’den sonra, maalesef bazı çevreler tarafından, siyaseten nemalanılan bir rant aracı olarak kullanılmaktadır.
Türkiye’nin anayasal demokratik işleyişine, silah zoruyla el konulmuş ve halkın tümünü etkilemiş, izleri silinmeyecek militarist bir darbedir.
Basit bir sağ-sol çatışmasıyla da, geçiştirilemez! Zira; “Bağımsız Türkiye! ve “Milliyetçi Türkiye!” diyen kesimler, ayırımsız baskılanıp cezaevlerine kondular.
Sorunuza, verilecek en iyi yanıt, Dünya Bankası Eski Başkanı Pawul Wolfovitz’; “Bizim Çocuklar!” Kenan Evren; “Olgunlaştırdık!” sözleridir.
Bir yıl kadar cezaevinde kaldığınızı biliyorum. Bu bir yıl içerisinde neler yaşandı orada? Ne tür işkencelere maruz kaldınız?
Üç evreli tutsaklığımı; sırasıyla 49 gün Mardin Veterinerlik Müdürlüğünün, zemini şoseli koyun ağılı, 5.Nolu Diyarbakır Askeri Cezaevi tecrit ve koğuşta, ağır moral ve maddi işkence ile meydan dayağı olarak özetleyebilirim.
Biraz da yaşadığınız sürgünlerden bahsedelim. Öğretmenlik yaptığınız şehirden, nereye ve hangi gerekçelerle sürüldünüz?
Sürgünden önce, 20 ay açık maaşlarım kasten ödenmedi.
Valilik üzerinden, hemen hemen her gün milli eğitimden görev ve açık maaşlarımı istedim.
Aylık duruşmalara katılmak dışında, Erzincan il sınırlarını terk etmem yasaktı!
Aynı durumda yaklaşık 50 kişinin daha olduğunu, MİT mensubu Milli Eğitim Müdür Yardımcısı ve 3. Ordu Komutanıyla beraber, yasaları çiğneyerek görevimizi ve üçte ikilik maaşlarımızı önlediklerini öğrenince, Milli Güvenlik Konseyine toplu dilekçe yazmamız üzerine, anılan komutan emekli edildi. O da bizleri, bir İlköğretim Müdür Yardımcısıyla beraber, Konya ilinin okullarına, nokta sürgünle cezalandırdı.
Fakat, sürgünüm oturma adreslerim, konaklama ve seyahatlerle, asayiş çevirmeleri, muhtarlık beyanları, kolluk fişlemeleri, yurt dışı yasağı ve silah ruhsatları konusunda, sözlü tartışmalarda 22 yıl sürdüğünü yaşayarak gördüm.
Anlatımlarınızdan Anladığım kadarıyla O dönem henüz mesleğinizin başında çiçeği burnunda bir öğretmendiniz. Cezaevi koşulları, işkenceler, sürülmeler, mesleğinizi ve sizi nasıl etkiledi?
Tinsel, bedensel ve maddi olarak olumsuz etkilendim. Ama hiçbir zaman kuramsal savımdan vazgeçmedim. Dik durdum, direndim. Özlük haklarım için mücadele ettim.
Böylesi korkunç günler yaşandı. Bugün arkanıza baktığınızda, her şey geride kaldı diyebiliyor musunuz?
Duyarsızlık yadsımadır. Geçmiş iyisiyle kötüsüyle yürek defterinde kayıtlıdır. Yaşam sürüyor. Aydın kin tutmaz. Geçmişi sorgulayıp, geleceği kurmak için çalışmalıyız. Ben her zaman önüme bakmayı tercih ediyorum.
12 Eylül döneminde yaşananları anlatan birçok kitap okudum. O dönemi bizzat yaşamış, türlü işkencelerden geçmiş bir çok kişiyle sohbet etme imkanı buldum. Konuştuklarımın içinde sağcısı da vardı solcusu da. Konuştuğum her iki grubun düşünceleri, fikirleri farklı olsa da, tek bir noktada hemfikirlerdi.
Ülke de büyük bir kaos yaşandığını, her gün sayısız gencin öldürüldüğünü, ülkenin büyük bir iç savaş içinde olduğunu dile getirdiler. Tüm bunları dinledikten sonra aklıma ister istemez şöyle bir soru takıldı.
12 Eylül de darbe yapılmamış olsaydı ne olacaktı? Bugün nasıl bir Türkiye de yaşıyor olacaktık?
En basit haliyle sorayım, Bugün bir Türkiye'miz olacak mıydı?
12 Eylül’ü yazanlar, sonuçsal içerikli acılar, baskı ve işkenceleri, sağ-sol olaylarını anlatıyorlar.
Oysa irdelenmesi gereken konular, çok partili süreçle başlayıp eğitime, kültüre, sağlığa, sosyal yaşama, ekonomiye, tam bağımsızlığa yönelik eylemlerle, 24 Ocak Kararlarını kapsayan geniş stratejiyi doğru okumak olmalıdır.
NATO’ya girildikten sonra, askerler soğuk savaş tehdidi gerekçesiyle, Amerikan nüfuz alanına girdi.
Üreten ekonomi işlevsizleştirildi. Cumhuriyet Treni raydan çıkarıldı.
1960’da önce askerler provoke edildi.
Adnan Menderes’i ve arkadaşları asıldı.
Sonra da, ölümleri üzerinden mağduriyet öne sürülüp, sağ siyasetin yolu açıldı.
AP, ANAP, DYP ve AKP’ye kadar uzanan, küresel sömürüye hizmet amaçlı iktidar sağlandı ki, sonuçları ortadadır!
Sağ-Sol çatışmaları, Amerikan ve İngiliz Muhipler derneklerinin, gizli sinsi çabalarıyla, düşünselden kutupsala yönlendirildi.
Özel Harp Dairesinin, kontra olaylarıyla tescilli silahlar kullanılmak suretiyle, aydınlar, Sağcı ve Solcu gençler, aynı silahlarla, faili meçhul şekilde katledildi.
Siyaset bunalıma sokuldu. İktidar ve muhalefet, koalisyonla darbeyi önleyebilirdi. Ama maalesef uzlaşılamadı.
Zaten istense de, darbe önlenemezdi diye düşünüyorum.
Zira sıkıyönetim, muhtıralar, artan olaylar ayak sesleri duyumsanıyordu.
Kenan Evren’in; “Zararsız Kuşak!” açıklamaları, 68-78 kuşak gençliğinin bilinçli yok edilişini ve sonrası için, siyasetin fidanlığı gençliği yaşam alanlarından çekme amacı taşıdığını, ardındaki kuşakların da, örgütlü cehalete teslim edilmesi projesinin parçası olduğu sonradan anlaşıldı.
Son sorunuzu şöyle yanıtlayayım. Siyasal krizin sürmesiyle Türkiye’ye hiçbir şey olmazdı. Zira sağcılar da, solcular da yurt sevgisi vardı. Öte yandan parlamento unsurları, deneyimleriyle 1973’de olduğu gibi, bir orta yolla sorun çözecek istence sahipti.
Son olarak ne söylemek istersiniz?
Dicle ve Devegeçidi’nde, başları büyüdüğü ve gözleri kızardığı için, rahmetli babam evimize on yıl balık sokmadı.
Devletin asırlık kaleleri fabrikalar kapatıldığı için, üretimsizlikten ekonomi çöktü. Dargelirlilerin ekmek, zeytin ve peynir gibi, temel gıdaları satın alacak gücü kalmadı. Halk enflasyon canavarına ezdirildi. TL yabancı paralara karşı değersizleşti. Kurumsal anayasa, yaftalı siyaset işbirliğiyle ihlal edildi. Militarist darbe, sivil darbe doğurdu.